BİR ŞEREF HAYKIRIŞI
(FELSEFE YÜĞÜ 4. KİTAP)
Morgan Rice
Morgan Rice Hakkında
Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.
Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!
Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları
“FELSEFE YÜZÜĞÜ dizisinden sonra yaşamak için bir neden kalmadığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ’nde Morgan Rice bir başka harika fantezi dizisinin sözünü veriyor, bizi troller, ejderhalar, yiğitlik, onur, cesaret, sihir ve kaderimize inancın bir fantezisine daldırıyor. Morgan bir kez daha her sayfada onlar için tezahürat yapmamızı sağlayan güçlü bir karakter seti oluşturmayı başarmış… İyi yazılmış fantastik edebiyat seven herkesin kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ederiz..”
--Books and Movie Reviews
Roberto Mattos
“EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ daha başlangıcından başarılı… Üstün bir fantezi… Olması gerektiği gibi, bir protagonist ile başlıyor ve düzgün bir şekilde şövalyeler, ejderhalar, sihir ve canavarlar ve kaderin geniş çemberine doğru ilerliyor… Üst düzey bir fantezi edebiyatın tüm yakalayıcı unsurları bu kitapta mevcut, askerler ve savaşlardan kendiyle yüzleşmeye kadar… Güçlü, inanılır genç bir protagonist ile ilerleyen destansı fantezi edebiyat sevenler için tavsiye edilecek bir kitap.”
--Midwest Book Review
D. Donovan, eKitap Eleştirmeni
“Morgan Rice’ın önceki romanlarının hayranları ve Christopher Paolini’nin THE INHERITANCE CYCLE dizisi gibi işlerin hayranlarını memnun edecek macera dolu bir fantezi… Genç Yetişkin Edebiyatının hayranları Rice’ın bu son kitabını çok sevecek ve daha fazlası için yalvaracaktır.”
--The Wanderer, A Literary Journal (Ejderhaların Yükselişi ile ilgili olarak)
“Hikâyesinde gizem ve entrika elementleri bulunduran esprili bir fantezi. Kahramanların Görevi cesur olmak ve büyüme, gelişme ve mükemmelliğe götüren hayat amaçlarıyla ilgili… Dolgun fantezi maceraları, bir baş kahraman, araçlar ve hayalperest bir çocuk olan Thor’un olanaksız durumlarla karşılaşıp genç bir yetişkin haline gelişine çok iyi şekilde odaklanan bir dizi hareketli karşılaşmalar sağlayan bir macera arayanlar için ideal… Destansı bir genç yetişkin dizisinin neler sunabileceğinin sadece bir başlangıcı.”
--Midwest Book Review (D. Donovan,eKitap Eleştirmeni)
“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: entrika, karşı entrika, gizem, yiğit şövalyeler, kırık kalpler ile dolu çiçekli aşklar, aldatma ve ihanet. Sizi saatlerce eğlendirecek ve her yaştaki okuyucuyu memnun edecek. Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir Kitap.”
--Books and Movie Reviews, Roberto Mattos
“Destansı fantezi Felsefe Yüzüğü serisinin (şu anda 14 Kitaptan oluşuyor) heyecan dolu bu ilk kitabında Rice, okurlarını 14 yaşındaki, hayali, krala hizmet eden elit şövalye birliği Gümüş Lejyon’a katılmak olan Thorgrin “Thor” McLeod ile tanıştırıyor. Rice’ın yazını sağlam ve oldukça merak uyandırıcı.”
--Publishers Weekly
Morgan Rice Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELi (3. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA 1: KÖLETÜCCARLARI (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR GÜNLÜKLERİ
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
NİŞANLI (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ serisini sesli kitap formatında Dinleyin!
Morgan Rice © 2012
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.
Bu eKitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu eKitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.
Bu kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfidir.
Telif hakları RazoomGame’e ait Jacket adlı eser, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır.
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM
İKİNCİ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BEŞİNCİ BÖLÜM
ALTINCI BÖLÜM
YEDİNCİ BÖLÜM
SEKİZİNCİ BÖLÜM
DOKUNUZU BÖLÜM
ONUNCU BÖLÜM
ON BİRİNCİ BÖLÜM
ON İKİNCİ BÖLÜM
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ON BEŞİNCİ BÖLÜM
ON ALTINCI BÖLÜM
ON YEDİNCİ BÖLÜM
ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
ON DOKUZUNCU BÖLÜM
YİRMİNCİ BÖLÜM
YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM
YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM
YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM
YİRMİ ALTINCI BÖLÜM
YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM
YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM
YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM
OTUZUNCU BÖLÜM
OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM
OTUZ İKİNCİ BÖLÜM
OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM
OTUZ ALTINCI BÖLÜM
OTUZ YEDİNCİ BÖLÜM
OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM
OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM
“Büyüklükten korkmayın:
Bazıları büyük doğar, bazıları büyüklüğe erişir, bazılarınınsa büyüklük başına konar.”
—William Shakespeare
On İkinci Gece
Luanda savaş alanında hızla ilerlerken, Kral McCloud’un bulunduğu ufak eve doğru zikzaklar çizerek yol açarken, dörtnala gelen bir attan kıl payı kurtuldu. Bir zamanlar bildiği, halkına ait olan o şehrin tozlu zeminini aşarken, titreyen elindeki soğuk, demir mızrağı sıkıca kavradı. Tüm o aylar boyunca, halkının katledilişini izlemek zorunda bırakılmıştı… Artık bu durum canına tak etmişti. İçinde bir şeyler patlama noktasına gelmişti. Artık McCloud ordusunun tamamına bile karşı çıkması umurunda değildi… Onları durdurmak için elinden ne geliyorsa yapacaktı.
Luanda yapmak üzere olduğu şeyin, hayatını kendi ellerine almanın çılgınca olduğunu ve McCloud’un büyük bir ihtimalle onu öldüreceğini biliyordu. Ama bu düşünceleri koşarken aklından çıkardı. Doğru olan şeyi yapma vakti gelmişti… Hem de bedeli her ne olursa olsun.
Kalabalık savaş alanında, askerlerin arasında McCloud’un uzakta o zavallı, çığlıklar atan kızı terk edilmiş eve taşıdığını gördü… Ufak, kilden bir evdi. McCloud kapıyı sertçe ardından kapattı ve ardından bir toz bulutu oluştu.
“Luanda!” diye seslendi birisi.
Luanda arkasına baktı ve Bronson’ın yüz metre kadar peşinden koştuğunu gördü. Bronson’ın ilerleyişi bitmek tükenmek bilmeyen at ve asker akınıyla bölünerek birkaç kez durmak zorunda kalmasına neden oldu.
İstediği fırsat karşısına çıkmıştı. Bronson ona yetişecek olursa, düşündüğü şeyi yapmasını engellerdi.
Luanda hızını iki misline çıkardı, mızrağını sıkıca kavradı ve tüm bunların ne kadar çılgınca ve şansının ne kadar düşük olduğunu düşünmemeye gayret etti. Şayet kocaman ordular McCloud’u alt edemiyorsa, kendi generalleri öz oğlu karşısında tir tir titriyorsa, tek başına ne kadar şansı olabilirdi?
Dahası, Luanda daha önceden hiç bir kişiyi öldürmemişti, hele ki McCloud boyutlarında birisini. Onu öldürme vakti gelince, donup kalacak mıydı? Ona gerçekten de gizlice yaklaşabilecek miydi? McCloud gerçekten de Bronson’ın onu uyardığı gibi her şeye dayanıklı mıydı?
Luanda o ordunun kan döküşünde, topraklarının yok oluşunda bir payı olduğunu düşünüyordu. Geriye dönüp bakınca, Bronson’a karşı hissettiği aşka rağmen bir McCloud’la evlenmeyi kabul ettiğine pişmanlık hissetti. McCloudlar sonradan öğrendiği gibi iflah olmayacak derecede vahşi insanlardı. Artık Yüksek Topraklar MacGillerle onları ayırdıkları ve Halka’nın Yüzüğün kendilerine ait tarafında kalabildikleri için şanslı olduklarını daha iyi anlıyordu. McCloudların büyüme çağında ona anlatıldığı kadar kötü olmadıklarını düşündüğü için saflık ve aptallık etmişti. Onları değiştirebileceğini, günün birinde kraliçe olarak bir McCloud prensesi olma şansının riskler her ne olursa olsun bir şekilde buna değeceğini düşünmüştü.
Ama artık yanıldığını biliyordu. Her şeyi, unvanını, sahip olduğu serveti, ününü, tamamını McCloudlarla tanışmamak, ailesiyle birlikte Halka’nın onlara ait tarafında yine güvende olmak uğruna feda edebilirdi. Babasına da bu evliliği ayarladığı için kızgındı; kendisi genç ve deneyimsizdi, ama babasının olacakları bilmesi gerekirdi. Öz kızını feda edeceği kadar mı önemliydi politika? Ayrıca, öldüğü ve tüm bu sorunlarla onu baş başa bıraktığı için de kızgındı ona.
Luanda son bir kaç ayda kendisine güvenmeyi zor yoldan öğrenmişti ve artık durumu düzeltme fırsatı eline geçmişti.
Ufak, koyu renkli meşe kapısı sıkı sıkı kapalı kil eve vardığında titriyordu. Dönüp her iki yöne de baktı, McCloud’un adamlarının onu yakalayacaklarını sandı, ama hepsinin onu fark etmeyecek kadar ortalığı kasıp kavurduğunu görünce rahatladı.
Tek elinde mızrağıyla uzanıp kapı kolunu tutu ve McCloud’un dikkatinin çekmeyeceğine dua ederek dikkatle çevirdi.
İçeri girdi. İçerisi karanlıktı; gözleri beyaz şehrin parlak gün ışığından karanlığa yavaş yavaş alıştı. İçerisi ayrıca daha serindi. Eşikten ufak eve girerken, duyduğu ilk şey kızın inlemeleri ve ağlama sesiydi. Ufak evde etrafına bakınırken ve gözleri karanlığa alışırken, belinden aşağısı çıplak olan McCloud’un yerde, çırılçıplak olan ve debelenen kızınsa altında olduğunu gördü. Kız ağlayıp çığlık attı ve McCloud uzanıp iri avucuyla ağzını kapattığında gözleri irileşti.
Luanda bunların gerçek olduğuna, yapmak üzere olduğu şeyi gerçekten yapacağına inanamıyordu. Elleri titrerken, dizlerinin bağı çözülmüş bir halde tereddütle öne bir adım attı ve planladığı şeyi yapabileceği kadar cesareti olması için dua etti. Demir mızrağı bir cankurtaran halatıymışçasına sıkıca tuttu.
Tanrım, lütfen bu adamı öldürmeme yardım et.
McCloud’un kızın içine girerken vahşi bir hayvan gibi inleyip hırladığını duydu. Adam durmak bilmiyordu. Onun her hareketiyle birlikte, kızın çığlıkları daha da yükseliyor gibiydi.
Luanda bir adım attı, sonra bir adım daha attı ve onlara birkaç adım mesafeye vardı. McCloud’a, bedenine baktı ve saldırabileceği en iyi noktanın ne olacağına karar vermeye çalıştı. Neyse ki, McCloud zincirli zırhını çıkarmıştı ve üstünde o sırada ter içinde kalmış ince, kumaş bir gömlek vardı. Luanda ter kokusunu duyduğu yerden hissedebildiğinden, geri çekildi. McCloud’un zırhını çıkarmış olması onun adına dikkatsiz bir hareketti; Luanda bunun onun son hatası olacağını fark etti. Mızrağı her iki eliyle birden ta havaya kaldıracak ve McCloud’un çıplak sırtına indirecekti.
McCloud’un inlemeleri doruk noktasına ulaşınca, Luanda mızrağı havaya kaldırdı. O andan sonra hayatının nasıl değişeceğini, sadece birkaç saniye sonra nasıl hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşündü. McCloud krallığı zorba krallarından kurtulacaktı; halkıysa daha da fazla yıkıma maruz kalmayacaktı. Yeni kocası öne çıkıp onun yerini alacaktı ve en sonunda her şey yoluna girecekti.
Luanda korkudan donmuş bir halde kalakaldı. Titredi. O anda harekete geçmezse, bunu asla başaramayacaktı.
Nefesini tutu, öne doğru son bir adım attı, iki eliyle mızrağı havaya kaldırdı ve aniden dizlerinin üstüne çökerek demir mızrağı var gücüyle adamın sırtına saplamaya hazırlanarak aşağı indirdi.
Ama beklemediği bir şey oldu; her şey bir anda, tepki veremeyeceği kadar hızlı gerçekleşti: McCloud son anda kenara kaydı. O kadar iri bir adama göre, Luanda’nın düşündüğünden çok daha hızlıydı. McCloud bir yana yuvarlandı ve altındaki kız açıkta kaldı. Artık Luanda’nın durması için çok geçti.
Luanda dehşet içinde demir mızrağın ta aşağıya inişini ve kızın göğsüne saplanışını izledi.
Kız cıyaklayarak dimdik doğruldu; Luanda mızrağın kızın etine santimlerce girdiğini ve kalbine kadar gittiğini hissettiğinde dehşete kapıldı. Kızın ağzından köpürerek kanlar fışkırdı ve büyük bir korkuyla, ihanete uğramış gibi Luanda’ya baktı.
Nihayet, tekrar geriye uzandı ve öldü.
Luanda uyuşmuş, şok geçirmiş, neler olduğunu güçlükle idrak ederek dizlerinin üstünde kaldı. Olanları tam olarak anlayamadan, McCloud’a bir şey olmadığını kavrayamadan önce, suratının yan tarafına keskin bir darbe aldığını ve yere düştüğünü hissetti.
Havada uçarken, McCloud’un ona yumruk attığının hayal meyal farkındaydı; içeri girdiğinden beri dikkatle her hareketinin farkında olan adamın müthiş yumruğuyla uçmuştu. McCloud içeri girdiğini fark etmemiş gibi davranmıştı. O anı, sadece onun darbesinden kaçabilmek için kusursuz fırsatı değil, aynı zamanda o zavallı kızı da öldürmesi ve suçu ona atması için onu kandırabileceği anı da beklemişti.
Luanda gözleri kararmadan önce McCloud’un suratını bir an için gördü. McCloud tepeden ona bakıp sırıtırken ağzı açıktı ve vahşi bir hayvan gibi kesik kesik nefes alıyordu. Adamın devasa boyutlardaki çizmesi havaya kalkmadan ve suratına inmeden önce Luanda’nın duyduğu son şey, McCloud’un genizden gelen, bir hayvanınkini andıran sesiydi:
“Bana bir iyilik yaptın,” dedi. “Onunla işim zaten bitmişti.”
Gwendolyn Kraliyet Sarayı’nın en kötü bölgesindeki kıvrılan ara sokaklarda koşarken yanaklarından yaşlar süzülerek kaleden kaçıyor, Gareth’tan mümkün olduğunca uzaklaşmaya çalışıyordu. Yüzleşmelerinden, Firth’ün asılışına şahit olduğundan ve Gareth’ın tehditlerini duyduğundan beri kalbi çılgınlar gibi atıyordu. Ama Gareth’ın hastalıklı zihninde, gerçekler ve yalanlar birbirine karışmıştı ve hangisinin gerçek olduğunu anlamak çok zordu. Onu korkutmaya mı çalışmıştı? Yoksa dediği her şey doğru muydu?
Gwendolyn Firth’ün sallanan bedenini kendi gözleriyle görmüştü ve bu manzara belki de bu sefer her şeyin gerçek olduğunu anlatmıştı. Belki de Godfrey gerçekten de zehirlenmişti, belki de kendisi gerçekten de vahşi Nevarunlara evlenme vaadiyle satılmıştı ve belki de Thor dosdoğru bir tuzağa girmek üzereydi. Bunu düşününce titredi.
Koşarken çaresizlik hissetti. Bunu doğru yapması gerekiyordu. Thor’a kadar koşamazdı, ama Godfrey’e kadar koşup zehirlenip zehirlenmediğine bakabilirdi… Tabii, hala hayattaysa.
Gwendolyn kasabanın daha eski bölgesinin derinliklerine doğru hızla koşmaya devam ederken, Kraliyet Sarayı'nın bir daha asla ayak basmayacağına yemin ettiği en tiksinç bölgesine birkaç gün içinde iki kere girdiğine hayret etti. Godfrey gerçekten zehirlenmiş olsaydı, bunun meyhanede olacağını biliyordu. Başka nerede olabilirdi ki? Geri döndüğü, temkini elden bıraktığı, o kadar dikkatsiz davrandığı için ona kızgındı. Ama en çok da onun için korkuyordu. Son birkaç gündür, erkek kardeşini ne kadar önemsediğini fark etmişti; onu kaybetme düşüncesi, özellikle de babasını kaybettikten sonra kalbinde bir delik açmıştı. Ayrıca, bu konuda kendisini sorumlu da hissediyordu.
Gwen sokaklarda koşarken, gerçek bir korku hissediyordu ve bunun sebebi etrafındaki sarhoşlar ve haydutlar değildi; daha çok kardeşi Gareth için korkuyordu. Son karşılaşmalarında, adeta bir şeytana dönüşmüştü; suratını, gözlerini bir türlü aklından çıkaramıyordu… Öylesine karanlık ve ruhsuzdu ki. Bedeni ele geçirilmiş gibiydi. Babalarının tahtında oturuyor olması da manzarayı daha inanılmaz kılıyordu. İntikam alacağından korkuyordu. Belki de gerçekten de onu evlendirmeyi planlıyordu ki buna asla izin vermeyecekti; ya da belki de sadece onu gafil avlamak istiyor, gerçekten de öldürtmeyi planlıyordu. Gwen etrafına bakındı ve koşarken etrafta gördüğü her suratın düşmanca ve yabancı olduğunu fark etti. Herkes potansiyel bir tehdit, Gareth tarafından onu öldürmesi için yollanmış gibi görünüyordu. Gwen paranoyaya kapılmaya başlamıştı.
Köşeyi döndü ve sarhoş ve yaşlı bir adamla omuz omuza çarpıştı. Dengesi bozulunca elinde olmadan irkilip çığlık attı. Sinirleri gerilmişti. Adamın sadece yanından geçen dikkatsiz birisi olduğunu, Gareth’ın sağ kollarından birisi olmadığını anlaması biraz vakit aldı. Arkasına bakınca, adamın tökezlediğini ve özür dilemek için arkasına bile dönmediğini gördü. Kasabanın o bölgesinin kaba hali dayanamayacağı kadar aşırıydı. Godfrey olmasaydı, hayatta oraya yaklaşmazdı. Bunu ona mecbur bıraktığı için ondan nefret etti. Neden meyhanelerden uzak duramıyordu ki?
Gwen bir başka köşeyi döndü ve aradığı yeri gördü: Godfrey’in tercih ettiği, harap meyhane eğreti ve kapısı ardına kadar açık bir hale karşısında duruyordu; her zamanki gibi kapıdan o sonu gelmeyen sarhoşlar çıkıyordu. Hiç vakit kaybetmeden hızla kapıdan içeri girdi.
Bayat biraz ve ter kokan loş bara gözlerinin alışması biraz sure aldı; içeri girdiği anda meyhanede bir sessizlik oldu. İçeriye sığışmış iki düzine kadar adam dönüp şaşkınlıkla ona baktı. Kendisi kraliyet ailesinin bir üyesi olarak şık giysiler içerisinde muhtemelen senelerdir temizlik yüzü görmemiş meyhaneye dalmıştı.
Godfrey’in içki arkadaşlarından biri olan, uzun boylu, şişkin karınlı Akorth’un yanına gitti.
“Kardeşim nerede?” diye sordu.
Genellikle keyifli ve o çok sevdiği zevksiz espriler, her daim yapmaya hazır olan Akorth onu gördüğüne şaşırdı ve başını sallamakla yetindi.
“Durum iyi değil, leydim,” dedi kasvetli bir ifadeyle.
“Ne demek istiyorsun?” dedi Gwen ısrarla kalbi gümbür gümbür atarken.
“Kötü içki içti,” dedi Godfrey’in diğer arkadaşı olduğunu tanıdığı uzun ince bir adam. “Dün gece geç saatte sızdı. Henüz uyanmadı.”
“Hayatta mı?” dedi Gwen çaresizlik içinde Akorth’un bileğini kavrayarak.
“Güç bela hala hayatta,” dedi Akorth yere bakarak. “Zorlu bir gece geçirdi. Bir saat kadar önce konuşmayı kesti.”
“Nerede?” dedi Gwen ısrarla.
“Arka tarafta, hanımefendi,” dedi meyhaneci barın üstünden uzanıp kasvetli bir ifadeyle bir maşrapayı silerken. “Onunla ne yapacağınızı düşünseniz iyi olur. İş yerimde bir cesedin kalmasına müsaade edemem.”
Çaresizliğe kapılan Gwen kendisini de şaşırtarak ufak bir hançer çıkardı, öne eğildi ve hançerin ucunu meyhanecinin boğazına dayadı.
Adam şok içinde geri çekilerek yutkunurken, içeriye ölümcül bir sessizlik çöktü.
“Bir kere,” dedi Gwen, “Burası bir iş yeri değil… Acınası bir yalak; benimle bir daha o şekilde konuşursan, kraliyet muhafızlarının burayı dümdüz etmesini sağlarım. Bana leydim diye hitap ederek işe başlayabilirsin.”
Gwen kendisi gibi davranmadığını hissetti ve içine dolan güç onu şaşırttı; bu gücün nereden geldiğini bilemiyordu.
Meyhaneci yutkundu.
“Leydim,” dedi itaatkâr bir tavırla.
Gwen hala hançeri ona tutuyordu.
“İkincisi kardeşim ölmeyecek. Kesinlikle burada ölmeyecek. Cesedi buraya girip çıkmış diri olan herkesten çok daha fazla iş yerini şereflendirir. Ölecek olursa, Bunun sorumlusunun sen olacağına da emin olabilirsin.”
“Ama ben bir hata işlemedim, leydim!” diye yalvardı adam. “Herkese verdiğim içkiden verdim!”
“Birisi içine zehir koymuş olmalı,” dedi Akorth.
“Herhangi birisi yapmış olabilir,” dedi Fulton.
Gwen ağır ağır hançeri indirdi.
“Beni ona götürdün. Hemen!” diye emir verdi.
Meyhaneci bu sefer tevazuuyla başını önüne indirdi ve arkasını dönüp hızla barın arkasındaki bir kapıdan içeri girdi. Gwen de peşinde Akorth ve Fulton’la adamın ardından gitti.
Gwen meyhanenin arka odasına girdi ve kardeşi Godfrey’i baygın halde yerde yatar halde görünce şaşkınlıkla bir ses çıkardığını fark etti. Onu hiç o kadar solgun görmemişti. Ölümün kıyısına yaklaşmış gibiydi. Duyduklarının tamamı gerçekti.
Hızla yanına gidip elini tutunca, ne kadar soğuk ve terli olduğunu fark etti. Godfrey hiçbir tepki vermedi; başı yana düşmüştü, tıraşsızdı ve yağlı saçları alnına yapışmıştı. Ama Gwen nabzının güçsüz de olsa attığını fark etti; ayrıca her nefes alıp verişinde göğsü inip kalkıyordu. Godfrey hayattaydı.
Birden içini müthiş bir öfke kapladı.
“Onu nasıl burada bu şekilde bırakabildiniz?” diye bağırdı hızla meyhaneciye dönerek. “Kardeşim, kraliyet ailesinin bir üyesi ölmek üzereyken bir kopek gibi tek başına yerde mi bırakıldı?”
Meyhaneci endişeyle yutkundu.
“Başka ne yapabilirdim ki, leydim?” dedi tereddütle. “Burası bir hastane değil. Herkes onun neredeyse ölmüş olduğunu ve…”
“O, ölmedi!” diye bağırdı Gwen. “Siz ikiniz,” dedi Akorth’a ve Fulton’a dönerek. “NE biçim arkadaşınız? Kardeşim size böyle bırakır mıydı?”
Akorth ve Fulton pişmanlıkla birbirlerine baktılar.
“Beni affedin,” dedi Akorth. “Dün gece doktor gelip onu muayene etti ve ölmek üzere olduğunu söyledi… Geriye bir tek konu buraya yatırmak kaldı. Bir şey yapılabileceğini düşünmedim.”
“Gecenin büyük bir kısmında yanındaydık, leydim,” dedi Fulton. “Sadece kısa bir mola verdik, üzüntümüzü bastırmak için bir içki içtik. Sonra, siz içeri girdiniz ve…”
Gwen uzanıp büyük bir öfkeyle adamların ellerindeki bardaklara vurup yere fırlattı ve her yere içki saçılmasına neden oldu. Adamlar şok içinde ona baktılar.
“Siz ikiniz, ayaklarından ve kollarından tutun,” diye emir verdi Gwen buz gibi bir sesle; orada dururken, içine yeni bir gücün dolduğunu hissetti. “Onu burada götüreceksiniz. Kraliyet Şifacısına gidene dek beni Kraliyet Sarayı'na kadar izleyeceksiniz. Kardeşimin gerçekten iyileşebilmesi için bir şans verilmiş olacak; kıt akıllı bir doktorun dediklerine dayanarak ölüme terk edilmeyecek.
“Sana gelince,” dedi meyhaneciye dönerek. “Kardeşim hayatta kalırsa, bir daha buraya geri gelirse ve sen ona içki servis edersen, zindana atılmanı ve bir daha çıkamamanı şahsen sağlarım.”
Meyhaneci olduğu yerde kıpırdanıp başını önüne eğdi.
“Haydi!” diye bağırdı Gwen.
Akorth ve Fulton irkilerek derhal harekete geçtiler. Gwen hızla odadan çıktı, iki adam da kardeşini taşıyarak onun peşinden bardan günışığına çıktılar. Kraliyet Sarayı'nın kalabalık arka sokaklarında hızla şifacıya doğru ilerlemeye başladılar; Gwen bir tek geç kalmamış olduklarına dua ediyordu.
Thor Kraliyet Sarayı’nın dış bölgesindeki tozlu alanda dörtnala koşuyordu; Reece, O’Connor, Elden ve yanında ikizler gidiyor, Krohn hızla yanından ilerliyor, Kendrick, Kolk, Brom ve sayılarca Lejyon ve Gümüş yanlarında onlara eşlik ediyordu. Bütün ordu McCloudlarla karşılamak için ilerliyordu. Bir bütün olarak şehri kurtarmaya hazır bir biçimde atlarında ilerliyorlardı ve gök gürültüsünü andıran toynak sesleri kulakları sağır ediyordu. Gün boyuna yola devam etmişlerdi ve çoktan ikinci güneş tepeye yükselmişti. Thor ilk gerçek askeri görevinde tüm bu muhteşem savaşçılarla bir arada yol aldığına inanamıyordu. Adamların onu kendilerinden birisi olarak kabul ettiklerini hissetmişti. Gerçekten de, tüm Lejyon yedek olarak çağrılmıştı ve asker arkadaşları etrafında ilerliyordu. Lejyon üyeleri kralın ordusunun binlerce üyesi tarafından ufacık kalmıştı ve Thor hayatında ilk kez kendinden daha büyük bir şeyin parçası olduğunu hissediyordu.
Ayrıca, onu tetikleyen bir amaç da hissediyordu. Ona ihtiyaç duyulduğunu hissediyordu. Kendi halkı McCloudlar tarafından istila edilmişti ve onları kurtarmak, halkını korkunç bir kaderden kurtarmak ordusuna kalmıştı. Yaptıkları şeyin önemi canlı bir şey gibi üstüne çökmüştü. Bu da onu güçlü hissettiriyordu.
Thor tüm o adamların yanında kendisini güvende hissediyordu, ama bir yandan da endişeliydi: Bunlar gerçek erkeklerden oluşan bir orduydu, ama bu da gerçek erkeklerden kurulu bir orduyla karşılaşacak oldukları anlamına geliyordu. Gerçek ve azılı savaşçılarla karşılaşacaklardı. Bu sefer, bir ölüm kalım meselesi söz konusuydu ve hayatında hiç karşılaşmadığı kadar önemli şeyler tehlikeydi. Atının üstünde ilerlerken, içgüdüsel bir hareketle eğildi ve güvendiği sapanıyla yeni kılıcının orada oluşu onu rahatlattı. Gün sona erdiğinde, kılıcının kanla kaplı olup olmayacağını düşündü. Ya da yaralanıp yaralanmayacağını.
Orduları bir anda bir ağızdan bağırdı ve bir köşeyi dönüp istila edilmiş şehri ufukta ilk kez gördüklerinde sesleri atların toynak seslerini bile bastırdı. Şehrin üstünde kapkara dumanlar butlular oluşturmuştu. MacGil ordusu atlarını tekmeleyerek daha da hızlandı. Thor da atını daha sert tekmeledi, herkes kılıçlarını çekip silahlarını havaya kaldırırken ve ölümcül bir niyetle şehre ilerlerken onların hızına yetişmeye gayret etti.
Devasa ordu daha ufak gruplara ayrıldı; Thor’un grubunda on asker, lejyon üyeleri, arkadaşları ve tanımadığı birkaç kişi daha vardı. Önlerinde kralın ordusunun kıdemli komutanlarından, diğerlerinin Forg diye hitap ettiği, ince uzun ve kaslı, suratı suçiçeği izleriyle kaplı, kısa gri renkli saçlı ve karanlık, çökük gözleri olan bir adam vardı. Ordu ufak gruplara ayrılıyor, dört bir yana ilerliyordu.
“Bu grup beni izlesin!” diye bağırdı komutan asasıyla Thor ve diğerlerine ayrılarak peşinden gitmelerini işaret ederek.
Thor’un grubu emirlere uydu ve Forg’un peşinden ilerleyerek ana ordudan daha da ayrılmaya koyuldu. Thor arkasına baktığında, grubunun diğerlerinden daha da uzaklaştığını, ordunun uzakta kalmaya başladığını gördü; tam nereye doğru gittiklerini düşünürken, Forg bağırdı:
“McCloud kanadında pozisyon alacağız!”
Thor ve diğerleri hızla ileri atılırken ve ana ordu artık görünmeyecek kadar geride kalırken endişeyle ve heyecanla birbirlerine baktılar.
Çok geçmeden, yeni bir bölgeye girdiler ve şehir tamamıyla gözden kayboldu. Thor tetikteydi, ama McCloud ordusundan hiçbir yönde iz yoktu.
Nihayet, Forg bir korulukta ufak bir tepenin önünde atını durdurdu. Diğerleri de arkasında durdular.
Thor ve diğerleri ona bakıp neden durduğunu merak ettiler.
“Misyonumuz şuradaki kale,” dedi Forg. “ala genç savaşçılar olduğunuzdan, sizi esas savaş bölgesinden uzak tutmak istedik. Ana ordumuz şehre dalıp McCloud ordusuyla yüzleşirken, sizler buradaki pozisyonunuzda kalaksınız. McCloud askerlerinin buraya gelmesi olası değil ve burada büyük ölçüde güvende olacaksınız. Kalenin etrafında pozisyon alın ve başka bir emir duyana dek buradan ayrılmayın. Haydi!”
Forg atını tekmeledi ve hızla tepeye çıkmaya koyuldu; Thor ve diğerleri de aynı şeyi yaparak peşinden gittiler. Ufak grup tozlu arazide ilerlerken etrafta bir toz bulutu oluştu ve Thor’un görebildiği kadarıyla etrafta kimsecikler yoktu. Esas hareketliliğin yaşanacağı yerden uzak kalmak onu hayal kırıklığına uğratmıştı; neden onları bu kadar iyi koruyorlardı?
İlerledikçe, Thor daha da huzursuz hissetmeye başladı. Onu neyin huzursuz ettiğini anlayamamıştı, ama altıncı hissi ona bir terslik olduğunu söylüyordu.
Zirvesinde uzun ince be terk edilmiş bir kulenin olduğu ufak ve eski bir kalenin bulunduğu tepeye yaklaşırlarken, Thor’un içinden bir ses ardına bakmasını söyledi. Bunu yaptığında, Forg’u gördü. Onun yavaş yavaş grubun ardında kaldığına, gitgide daha uzaklaştığına şaşırdı. Thor onu izlerken, Forg döndü ve atını tekmeleyip hiçbir şey demeden dörtnala aksi yöne doğru ilerlemeye başladı.
Thor neler olup bittiğini anlayamamıştı. Neden Forg onları aniden terk etmişti? Arkasında Krohn kişnedi.
Thor tam neler olduğunu anlamaya başladığı anda tepenin zirvesine ve eski kaleye vardılar; oraya çıktıklarında karşılarında çorak bir bölgeden başka bir şey göreceklerini sanmıyorlardı.
Ama lejyon üyelerinden oluşan ufak grup atlarını birden durdurdu. Hepsi de karşılarındaki manzaraya bakarken donakalmıştı.
Karşılarında McCloud ordusunun tamamı duruyordu.
Bir tuzağa düşmüşlerdi.
Gwendolyn Hızla Kraliyet Sarayı'nın kıvrılarak ilerleyen sokaklarında, ardında Godfrey’i taşıyan Akorth ve Fulton’la birlikte yürüyor, sıradan halkın arasından bir yol açmaya çalışıyordu. En kısa zamanda şifacıya varmayı aklına koymuştu. Godfrey onca şey yaşadıktan sonra, bu şekilde ölemezdi. Godfrey’in öldüğünü duyan Gareth’ın tatmin olmuş bir ifadeyle gülümsediğini gözlerinin önüne neredeyse getirebiliyordu ve bunun olmamasına kararlıydı. Sadece keşke kardeşini daha çabuk bulmuş olsaydı diye düşünüyordu.
Gwen bir köşeyi dönüp şehir meydanına telaşla girdiğinde, etraf daha da kalabalıklaştı ve başını kaldırınca hala bir kirişten sallanan, ipin hala boynunu sıkıca kavradığı, herkesin görebilmesi için indirilmemiş olan Firth’ü gördü. İçgüdüsel bir hareketle başını çevirdi. Ağabeyinin ihanetini hatırlatan korkunç bir manzaraydı. Hangi yöne dönse, sanki ondan kaçamayacak gibiydi. Daha bir gün önce o sırada ipten sallanan Firth’le konuştuğunu düşünmek tuhaftı. Ölümün etrafını kuşattığını, ona da yaklaştığını düşünmeden edemedi.
Gwen ne kadar arkasını dönüp bir başka yoldan ilerlemek istese de, meydandan gitmenin daha kısa süreceğini biliyordu; korkularına yenik düşemezdi. Kendini doğrudan darağacının, karşısındaki asılmış cesedin yanından geçmeye zorladı. Bunu yaparken, kapkara cüppeli kraliyet infazcısının yoluna çıkışına şaşırdı.
İlk önce, adamın onu da öldüreceğini sandı ama infazcı eğilip selam verdi.
“Leydim,” dedi mütevazı bir tavırla ve saygıyla başını eğerek. “Henüz cesedi ne yapacağımız konusunda bir kraliyet emri gelmedi. Ona düzgün bir cenaze töreni mi düzenleyeceğime, yoksa toplu yoksullar mezarına mı atacağıma dair bir emir verilmedi.”
Gwen bu işin ona yüklendiğine sinir olmuş bir halde durdu; Akorth ve Fulton da tam yanında durdular. Başını kaldırıp güneşe doğru gözlerini kıstı ve tam karşısında sallanan cesede baktı; tam yoluna devam edip adamı duymazdan gelecekti ki aklına bir şey geldi. Babası için adaletin yerini bulmasını istiyordu.
“Onu toplu mezara at,” dedi. “Nerede olduğunu da işaretleme. Özel gömme ayinlerini de yaptırma. Tarihi belgelerimizde isminin unutulmasını istiyorum.”
Adam itaatkâr bir tavırla başını önüne eğdi ve Gwen biraz olsun intikam aldığını hissetti. Ne de olsa, o adam babasını gerçekten de öldürmüş olan kişiydi. Şiddet gösterilerinden nefret ettiği halde, Firth için gözyaşı dökecek değildi. Artık babasının ruhunu eskisinden daha da güçlü bir biçimde yanında hissediyor, huzur bulduğunu düşünüyordu.
“Bir şey daha,” dedi infazcıyı durdurarak. “Cesedi şimdi aşağıya indir.”
“Şimdi mi, leydim?” dedi adam. “Ama kral süresiz olarak asılması için emir verdi.”
Gwen başını salladı.
“Şimdi,” dedi yine. “Yeni emirleri böyle,” diye yalan söyledi.
İnfazcı yine başını eğdi ve cesedi indirmek için hızla uzaklaştı.
Gwen yine ufak bir intikam hissi duydu. Gareth’ın gün boyunca penceresinden Firth’ün cesedini izlediğine emindi… Oradan indirilmesi onu öfkelendirecekti ve her şeyin her zaman planladığı gibi gitmeyeceğini hatırlatacaktı.
Gwen belirgin tiz bir ses duyduğunda tam gitmek üzereydi; durup arkasına baktı ve kirişin tam tepesine tünemiş olan şahin Estopheles’i gördü. Elini gözlerine siper edip gözlerini güneşten koruyarak gözlerinin ona oyun oynamadığından emin olmak istedi. Estopheles yine bağırdı ve kanatlarını açıp kapattı.
Gwen şahinin babasının ruhunu taşıdığını hissedebiliyordu. Huzur bulamamış olan ruhu artık bulmaya bir adım daha yaklaşmıştı.
Birden aklına bir fikir daha geldi; ıslık çağırıp kolunu havaya kaldırdı; Estopheles tünediği yerden aşağıya süzüldü ve Gwen’in bileğine kondu. Şahin ağırdı ve pençeleri Gwen’in tenine batıyordu.
“Thor’a git,” diye fısıldadı şahine. “Savaş alanında onu bul. Onu koru. GİT!” diye bağırdı kolunu kaldırıp.
Estopheles’in kanat çırparak, gökte giderek daha da yükseklere uçuşunu izledi. Bunun işe yaraması için dua etti. Kuşla ilgili, özellikle de Thor’la arasındaki bağla ilgili gizemli bir şey vardı. Gwen her şeyin mümkün olabileceğini biliyordu.
Yoluna hızla devam etti, kıvrılarak ilerleyen sokaklardan şifacının kulübesine doğru ilerledi. Şehrin çıkışındaki birkaç kemerli kapıdan birinden geçtiler; Gwen elinden geldiğince hızla ilerliyor, Godfrey’in yardım bulana dek dayanabilmesi için dua ediyordu.
İkinci güneş de Kraliyet Sarayı'nın eteklerindeki ufak bir tepeye tırmanana dek gökte alçaldı ve şifacının kulübesi karşılarında belirdi. Basit, tek odalı, beyaz duvarları kilden inşa edilmiş, her iki tarafından ufak birer pencere bulunan, ön tarafından ufak ve kemerli meşeden bir kapı olan bir kulübeydi. Çatısından sarkan her renkte ve türde bitki kulübeyi süslüyordu. Ayrıca, kulübenin etrafındaki kocaman bir şifalı ot bahçesi, her renkte ve boyutta çiçekler de kulübe adeta bir seranın ortasına bırakılmış gibi bir görüntü oluşturuyordu.
Gwen kapıya koşup birkaç kere vurdu. Kapı açıldı ve Gwen karşısında şifacının şaşkın suratını gördü.
Illepra. Tüm hayatı boyunca kraliyet ailesinin şifacısı olmuştu ve Gwen yürümeye başladığından beri onun hayatında bulunmuştu. Ama Illepra yine de genç kalmayı başarmıştı. Hatta Gwen’den bile yaşlı gözükmüyordu. Cildi pırıl pırıl, canlı bir biçimde parıldıyor, güzel ifadeli yeşil gözlerini çevreliyordu ve ona 18 yaşından büyük bir görüntü vermiyordu. Gwen onun çok daha büyük olduğunu, görüntüsünün aldatıcı olduğunu biliyordu; Illepra’nın hayatında tanıdığı en zeki ve en yetenekli kişilerden biri olduğunu biliyordu.
Illepra’nın bakışları Godfrey’e kayar kaymaz neler olduğunu anladı. Gözleri endişeyle açıldı ve durumun aciliyetini fark edince, merhabalaşmayı bir kenara bıraktı. Gwen’in yanından hızla Godfrey’e geçti ve eliyle alnını kontrol etti. Sonra da kaşlarını çattı.
“Onu içeri getirin,” diye emretti iki adama. Sonra, telaşla “Elinizi çabuk tutun,” dedi.
Illepra kulübesine girip kapıyı daha da açtı ve adamlar onun peşinden içeri daldılar. Gwen de peşlerinden gitti, alçak girişten eğilerek geçti ve kapıyı artlarından kapattı.
İçerisi loş olduğundan, gözleri karanlığa bir süre sonra alıştı; etrafı görebildiğinde kulübenin tıpkı küçüklüğündeki gibi göründüğünü fark etti: Ufak, aydınlık, temiz ve her yanında çeşit çeşit bitkiler, şifalı otlar ve iksirler olan bir yerdi.
“Onu şuraya yatırın,” diye emretti Illepra adamlara Gwen’in hiç duymadığı kadar ciddi bir sesle. “Şu köşedeki yatağa yatırın. Gömleğini ve ayakkabılarını çıkarın. Sonra da çıkın.”
Akorth ve Fulton söylenenleri yaptılar. Tam hızla dışarı çıkarlarken, Gwen Akorth’un bileğini tuttu.
“Kapıda nöbet tuttun,” dedi. “Godfrey’in peşinde her kim varsa, onu hala öldürmeyi deneyebilir. Ya da beni.”
Akorth tamam der gibi başını salladı ve iki adam dışarı çıkıp kapıyı artlarından kapattılar.
“Ne süredir bu durumda?” diye sordu Illepra telaşla; Godfrey’in yanına eğilirken Gwen’e hiç bakmadı ve Godfrey’in bileğini, midesini ve boğazını kontrol etti.
“Dün geceden beri,” dedi Gwen.
“Dün gece mi!” dedi Illepra başını endişeyle sallayarak. Sessizce, surat iadesi daha da ciddileşir bir halde onu uzun süre muayene etti.
“Durum iyi değil,” dedi en sonunda. Avuçlarından birini yine alnına dayadı ve bu sefer gözlerini kapayarak uzunca bir süre nefes alıp verdi. Kulübeyi derin bir sessizlik kapladı ve Gwen zaman mevhumunu yitirmeye başladığını hissetti.
“Zehir,” diye fısıldadı Illepra en sonunda; Godfrey’in durumunu osmozla anlıyormuş gibi gözlerini hala açmamıştı.
Gwen her zaman onu bu yeteneğine hayranlık duymuştu; Illepra bir kere bile yanılmamıştı. Ordunun aldığından daha fazla canı kurtarmıştı. Gwen bunun öğrenilmiş mi, yoksa irsi olarak geçen bir yetenek mi olduğunu merak etti; Illepra’nın annesi ve büyükannesi de şifacıydı. Ama bir yandan da, Illepra hayatının her anını iksirleri ve şifa sanatlarını inceleyerek geçirmişti.
“Çok güçlü bir zehir,” dedi Illepra daha büyük bir kararlılıkla. “Nadiren gördüğüm bir şey. Çok da pahalı. Onu her kim öldürmeye çalışmışsa, ne yaptığını biliyormuş. Ölmemiş olması inanılmaz. Düşündüğümüzden çok daha güçlü olmalı.”
“Bu gücü babamdan aldı,” dedi Gwen. “Bir boğa gibi güçlüydü. Tüm MacGil kralları öyleydi.”
Illepra odanın karşısına geçip, tahta bir tezgâhın üstünde birkaç otu karıştırdı, bunları kesip öğüttü ve bir yandan da karışıma bir sıvı ekledi. Ortaya kıvamlı, yeşil renkli bir merhem çıktı; bunu avucuna doldurup hızla Godfrey’in yanına gitti ve ileri geri boğazına, kollarının altına ve alnına sürdü. Bunu yaptıktan sonra, tekrar diğer tarafa gidip bir bardak aldı ve biri kırmızı, biri kahverengi, bir de mor renkli birkaç sıvıyı içine döktü. Sıvılar karışırken, iksirden bir tıslama sesi çıktı ve köpükler oluştu. Bunu uzun tahta bir kaşıkla karıştırıp, tekrar hızla Godfrey’in yanına gitti ve dudaklarına sürdü.
Godfrey hiç kıpırdamadı; Illepra başının altına uzanıp avucuyla kaldırdı ve sıvıyı zorla ağzına döktü. Sıvının büyük bir kısmı Godfrey’in yanaklarının iki tarafından döküldü, ama birazı boğazından aşağı gitti.
Illepra sıvı ağzından ve çenesinden sildikten sonra, en sonunda doğrulup iç çekti.
“Yaşayacak mı?” dedi Gwen çaresizlik içinde.
“Yaşayabilir,” dedi Illepra ciddi bir ifadeyle. “Elimde her şeyi ona verdim, ama yeterli olmayacak. Hayatı kaderlerin elinde.”
“Ne yapabilirim?” diye sordu Gwen.
Illepra dönüp ona baktı.
“Onun için dua et. Gerçekten de uzun bir gece olacak.”
Kendrick asla özgürlüğün, gerçek özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu o güne dek deneyimlememişti. Zindanda esaret altında olduğu zaman hayata bakış açısını değiştirmişti. Artık her ufak şeyin keyfini çıkarıyordu… Güneşi hissetmeyi, saçlarındaki rüzgarı, sadece açık havada olmayı. Atının üstünde hızla yol alırken, altındaki toprağı hızla aştığını hissediyordu; yine zırhlara bürünmüş, silahlarını geri almış, asker dostlarının yanında giderken kendisini bir havan topundan fırlatılmış gibi, daha önceden asla deneyimlemediği bir enerji hissediyordu.
Kendrick yakın arkadaşı Atme yanında dörtnala gidiyor, rüzgâra karşı eğiliyordu; kardeşleriyle savaşma, savaşı kaçırmama fırsatına minnettardı ve yaşadığı şehri McCloudlar’dan kurtarmaya hazırdı… Bir de şehri istila ettikleri için onlara bir bedel ödetmeye. Kan dökmeye hazır bir biçimde ilerliyordu, ama ilerlerken bile öfkesinin esas hedefi McCloudlar değil de kardeşi Gareth olduğunu biliyordu. Onu mahkûm ettiği, babalarının ölümünden sorumlu tuttuğu, adamlarının önünde aldığı ve onu infaz etmek istediği için asla affetmeyecekti. Kendrick Gareth’tan intikam almak istiyordu, ama bunu en azından o gün yapamayacağından öcünü McCloudlar’dan alacaktı.
Ama Kendrick Kraliyet Sarayı'na döndüğünde her şeyin çaresine bakacaktı. Kardeşini yerinden etmek ve kız kardeşi Gwendolyn’i yeni hükümdar yapmak için elinden gelen her şeyi yapacaktı.
Yağmalanmış şehre yaklaştılar ve etrafı kaplamış olan iri ve kapkara bulutlar üstlerine gelirken Kendrick’in burun delikleri keskin bir dumanla doldu. Bir MacGil şehrini o şekilde görmek ona acı verdi. Babası hala hayatta olsaydı, o olaylar asla meydana gelmezdi; Gareth onun yerine geçmemiş olsaydı da meydana gelmezdi. Olanlar utanç vericiydi; MacGillerin ve Gümüş’ün onuruna sürülen bir lekeydi. Kendrick o insanları kurtarmak için geç kalmadığını, McCloudların uzun süredir orada olmadığını ve çok sayıda kişinin yaralanmadığını ve ya öldürülmediğini umdu.
Atını daha da sert tekmeledi, hızla yol almakta olan ve bir arı sürüsünü andıran diğerlerinin önüne geçip şehrin açık kapılarına ilerledi. Hep birlikte ileri atıldılar; Kendrick kılıcını çekmiş, şehre girerlerken çok sayıda düşman McCloudlarla karşılaşmaya hazırlanmıştı. Etrafındaki diğer adamlar gibi o da canhıraş bir çığlık attı ve darbe almaya hazırlandı.
Ancak şehri kapılarından tozlu meydana girdiğinde, gördüğü manzara onu afallattı: Hiçbir şey yoktu. Etrafta sadece bir istiladan geriye kalmış olan işaretler vardı: yıkım, yangınlar, yağmalanmış evler, istiflenmiş cesetler, yerlerde sürünen kadınlar. Hayvanlar öldürülmüş, duvarlar kan revan olmuştu. Bir katliam yaşanmıştı. McCloudlar bu masum insanları katletmişlerdi. Bunu düşünmek bile Kendrick’in midesini bulandırdı. Bunu yapanlar ödleklerdi.
Ama atının üstünde ilerlemekte olan Kendrick’i asıl afallatan şey, etrafta bir tane bile McCloud olmamasıydı. Buna bir anlam veremiyordu. Adeta tüm ordu onların geleceğini biliyormuş gibi oradan gitmişti. Etrafta hala ateşler tanıyordu ve bunların kasıtlı olarak yakıldıkları belliydi.
Kendrick o anda tüm bunların bir tuzak olduğunu anlamaya başladı. McCloudların MacGil ordusunu oraya çekmek istediğini anladı.
Ama niye?
Kendrick aniden arkasına döndü, etrafına bakındı ve çaresizlik içinde adamlarının eksik olup olmadığını, birliklerden bazılarının bir başka alana çekilip çekilmediğini anlamaya çalıştı. Zihni yeni bir farkındalıkla doluyordu; adamlarından oluşan bir gurubu kuşatmak, onları tuzağa düşürmek için tüm bunların ayarlandığını hissediyordu. Dört bir yana bakıp kimlerin orada olmadığını anlamaya çalıştı.
Sonra, durumun farkında vardı. Tek bir kişi eksikti. Sağ kolu.
Thor.
Thor tepede atının üstünde bir grup Lejyon askeri ve Krohn’la birlikte dururken, karşısındaki şok edici manzaraya baktı: Görebildiği mesafeye kadar, atlarının sırtında, kocaman ve etrafa yayılmış McCloud birlikleri onları bekliyordu. Tuzağa düşmüşlerdi. Forg onları kasten oraya getirmiş ve ihanet etmiş olmalıydı. Ama niye?
Thor yutkundu ve hiç kuşkusuz sonlarını getirecek manzaraya baktı.
McCloud ordusu aniden saldırıya geçerken müthiş bir savaş çığlığı koptu. Sadece birkaç yüz metre ileridelerdi ve hızla yaklaşıyorlardı. Thor arkasına baktı, ama görebildiği kadar destek birlikleri yoktu. Tamamıyla yalnız kalmışlardı.
Thor o ufak tepede, terk edilmiş kalenin yanında dayanmaktan başka çareleri olmadığını biliyordu. Şansları hiç yoktu ve kazanmaları imkânsızdı. Ama ölecekse, bunu cesurca yapacak, düşmanla bir erkek gibi yüzleşecekti. Lejyon ona bu kadarını öğretmişti. Kaçmak bir seçenek değildi; Thor kendini ölüme hazırladı.
Dönüp arkadaşlarının suratına bakınca, onların da korkudan kireç gibi kesilmiş olduğunu fark etti; gözlerinde ölümü gördü. Ama askerler tıpkı kendilerinden beklenildiği gibi cesaretlerini yitirmediler. Atları yeri eşelediği, ya da kaçmak için döndüğü halde, hiçbiri kılını daha kıpırdatmadı. Lejyon artık tek bir birlikti. Arkadaştan öteydiler: Yüzler onları kardeşlerden oluşan bir ekibe dönüştürmüştü. Hiçbiri bir diğerini terk etmezdi. Hepsi yemin etmişti ve onurları tehlikedeydi. Lejyon için onur kandan daha kutsaldı.
“Beyler, sanırım bizi bir savaş bekliyor,” dedi Reece ağır ağır elini uzatıp kılıcını çekerken.
Thor uzanıp sapanını çekti; düşman askerli onlara ulaşmadan önce, mümkün olduğunca fazla adamı öldürmek istiyordu. O’Connor ufak mızrağını, Elden’sa uzun mızrağını çekti; Conval fırlatmak üzere bir çekiç çekti, Conven da bir kazmayı havaya kaldırdı. Thor’un tanımadığı, Lejyon’un diğer genç askerleri kılıçlarını çekip kalkanlarını kaldırdılar. Havadaki korkuyu hissedebiliyordu; at toynaklarının sesleri yaklaşırken, McCloudların çığlıkları üstlerine düşecek bir şimşekmiş gibi ta göklere yükselirken de bunu hissedebiliyordu. Thor bir stratejiye ihtiyaç duyduklarını biliyordu, ama Bunun ne olduğuna dair bir fikri yoktu.
Thor’un yanındaki Krohn hırladı. Thor onun korkusuzluğundan ilham aldı: Krohn asla korkudan cıyaklamaz, asla geriye bakmazdı. O sırada, ensesindeki tüyler diken diken olmuştu ve adeta orduyla tek başına savaşacakmış gibi ağır ağır öne yürüyordu. Thor Krohn’da gerçek bir savaş arkadaşı bulduğunu biliyordu.
“Sence diğerleri bizi desteklemek için gelirler mi?” dedi O’Connor.
“Zamanında buraya varamazlar,” dedi Elden. “Forg tarafından tuzağa düşürüldük.”
“Ama neden?” diye sordu Reece.
“Bilmiyorum,” dedi Thor atının üstünde öne çıkarken, “ama içimde Bunun benimle ilgili olduğuna dair kötü bir his var. Sanırım, birisi ölmemi istiyor”.
Thor diğerlerinin dönüp ona baktığını hissetti.
“Neden?” dedi Reece.
Thor omuzlarını silkti. Bilmiyordu, ama bunun kraliyet Sarayı’nda olup bitenlerle, MacGil’in suikastıyla ilgili olduğunu hissediyordu. Muhtemelen, ölmesini isteyen kişi Gareth’tı. Belki de Thor’u bir tehdit olarak algılıyordu.
Thor savaş arkadaşlarının hayatını tehlikeye attığı için çok kötü hissediyordu, ama o sırada yapabileceği bir şey yoktu. Yapabileceği tek şey onları savunmaktı.
Thor’un canına tak etti. Çığlık atıp atını tekmeledi ve diğerlerinden önce nörtdala saldırıya geçti. Ordusunu ve ölümü öylece bekleyemezdi. İlk darbeleri kendisi alacak, belki asker arkadaşlarını bu sayede koruyabilecek ve kaçmaya karar verdikleri takdirde bunu yapmalarına fırsat verecekti. Ölümle karşılaşacaksa, bunu korkusuzca, şerefiyle yapacaktı.
İçinden korkudan titreyen ama bunu belli etmeyen Thor nörtdala diğerlerinden daha da uzaklaştı ve üstlerine gelen düşman ordusuna doğru tepeden aşağı inmeye koyuldu. Yanındaki Krohn da koşuyor, bir saniye geride kalmıyordu.
Lejyon’daki dostları ona yetişmeye çalışırken, Thor arkasında bir çığlık koptuğunu duydu. Ordu yirmi metre geriden dörtnala gelirken, bir savaş çığlığı atmıştı. Thor önde kaldı, ama diğerlerinin arkadan geliyor olması onu yine de rahatlatmıştı.
Thor’un karşısındaki McCloud ordusundan sıyrılan ve belki elli kişiden oluşan bir savaşçı birliği Thor’a saldırıya geçmek üzere öne akın etti. Yüz metre kadar ilerideydiler ve hızla ona yaklaşıyorlardı; Thor sapanını çekti, bir taş yerleştirdi ve fırlattı. En baştaki, gümüş bir göğüs zırhı olan savaşçıyı hedef aldı ve kusursuz bir biçimde isabet ettirdi. Adamı zırhının plakalarının arasından boğazının dibinden vurdu; savaşçı atından kaydı ve diğerlerinin önüne düştü.