cover.jpg

 

BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ

 

(FELSEFE YÜZÜĞÜ 9. KİTAP)

MORGAN RICE

Morgan Rice Hakkında

 

 

 

Morgan Rice, 1 numaralı çok satanlar ve USA Today çok satanlar listesinde yer alan on yedi kitaplık epik fantezi serisi FELSEFE YÜZÜĞÜ'nün; 1 numaralı çok satanlar listesinde yer alan on bir kitaplık seri (devamı geliyor)  VAMPİR GÜNLÜKLERİ'nin; 1 numaralı çok satanlar listesinde yer alan iki kitaplık (devamı geliyor) kıyamet sonrası gerilim serisi KÖLE TÜCCARLARI ÜÇLEMESİ’NİN ve iki kitaplık  (devamı geliyor)  yeni epik fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER'in yazarıdır. Morgan’ın kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve 25'ten fazla dile tercüme edilmiştir.

Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine katılarak ücretsiz kitap ve hediyeler kazanın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!

 

Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları

 

“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: olay örgüsü, karşı tema, gizem, yürekli şövalyeler, kırık kalplerle dolu yeşeren aşklar, dalavere ve ihanet.Her yaştaki okuyucuya hitap ediyor ve saatlerce zihninizi meşgul tutabiliyor.  Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir kitap.”

--Books and Movie Reviews, Roberto Mattos

 

“Eğlenceli bir epik fantezi.”

—Kirkus Reviews

 

“Dikkate değer bir şeylerin başlangıcı burada.”

--San Francisco Book Review

 

“Aksiyon dolu …. Rice'ın yapıtı oldukça sağlam ve olay örgüsü merak uyandırıcı.”

--Publishers Weekly

 

“Sürpizlerle dolu bir fantezi …. Bu, genç yetişkin fantezi serisi olma belirtisinin sadece başlangıcı.”
--Midwest Book Review

Morgan Rice Kitapları

 

KRALLAR VE BÜYÜCÜLER

EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)

CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)

ONURUN BEDELİ (3. Kitap)

KAHRAMANLIK GEÇİŞİ (4.Kitap)

 

FELSEFE YÜZÜĞÜ

KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)

KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)

EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)

BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)

ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)

KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)

KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)

SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)

BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)

KALKAN DENİZİ (10. Kitap)

ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)

ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)

KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)

KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)

ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)

ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)

SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)

 

KÖLE TÜCCARLARI ÜÇLEMESİ

ARENA 1: KÖLE TÜCCARLARI (1. Kitap)

ARENA 2 (2. Kitap)

 

VAMPİR GÜNLÜKLERİ

DÖNÜŞÜM (1. Kitap)

SEVİLMİŞ (2. Kitap)

ALDATILMIŞ (3. Kitap)

YAZGI (4. Kitap)

ARZULANMIŞ (5. Kitap)

NİŞANLI (6. Kitap)

YEMİNLİ (7. Kitap)

BULUNMUŞ (8. Kitap)

CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)

GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)

KADER (11. Kitap)

 

 

 

img1.jpg

img2.jpg

FELSEFE YÜZÜĞÜ serisini sesli kitap formatında Dinleyin!

 

 

Morgan Rice © 2012

Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.

 

Bu eKitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu eKitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız ama satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.

 

Bu kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfîdir.

 

Telif hakları RazoomGame’e ait Jacket adlı eser, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır.

 

img3.jpg

İÇİNDEKİLER

 

BİRİNCİ BÖLÜM

İKİNCİ BÖLÜM

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

BEŞİNCİ BÖLÜM

ALTINCI BÖLÜM

YEDİNCİ BÖLÜM

SEKİZİNCİ BÖLÜM

DOKUZUNCU BÖLÜM

ONUNCU BÖLÜM

ON BİRİNCİ BÖLÜM

ON İKİNCİ BÖLÜM

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ON BEŞİNCİ BÖLÜM

ON ALTINCI BÖLÜM

ON YEDİNCİ BÖLÜM

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

ON DOKUZUNCU BÖLÜM

YİRMİNCİ BÖLÜM

YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM

YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM

YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM

OTUZUNCU BÖLÜM

 

 

“Çok azımız, o mutlu azınlık, bu kardeşler birliğidir;

Çünkü bugün benimle birlikte kanını döken

Kardeşim olacaktır.”

 

--William Shakespeare

5. Henry

BİRİNCİ BÖLÜM

 

Gwendolyn’le karşılaşan Thor, kılıcını yanında tutarken bütün vücudu titriyordu. Etrafına baktı ve buz gibi sessizlikle ona bakan Alistair, Erec, Kendrick, Steffen ve kendi ülkesinden bir temsilcinin yüzlerini gördü. Tanıdığı ve sevdiği tüm o insanlar... Kendi insanları. Tam burada, yanında kılıcıyla onlara karşı duruyordu. Savaşın yanlış tarafındaydı.

Nihayet, farkına vardı.

Alistair’in sözleri ona ulaşırken ve onu meydana kavuştururken maskesi düştü. O, Thorgrin’di. Lejyonun bir üyesiydi. Halka’nın Batı Krallığı’nın üyesiydi. İmparatorluk için çalışan bir asker değildi. Babasını sevmiyor, tüm bu insanları seviyordu. Her şeyden öte, Gwendolyn’i seviyordu.

Thor kafasını eğdi ve yüzüne baktı. Gözleri dolmuş, aşkla ona bakıyordu. Thor elinde tuttuğu kılıçla ona karşı durduğunu fark edince, içi utanç ve korkuyla doldu. Avuçları aşağılanma ve pişmanlıkla yanıyordu.

Kılıcını indirdi, elinden düşmesine izin verdi. İleriye doğru bir adım attı ve Gwendolyn’i kucakladı.

Gwendolyn da ona sıkıca sarıldı. Thor onun ağlamasını duyuyor ve o sıcak gözyaşlarının boynuna doğru süzülüşünü hissediyordu.  Thor pişmanlıkla mahvolmuştu ve tüm bunların nasıl gerçekleştiğini aklı almıyordu. Her şey çok belirsizdi. Bildiği tek şey kendine ve meydanda kendi insanlarına geri dönmüş olmaktan mutlu olduğuydu.

“Seni seviyorum” diye fısıldadı Gwendolyn. “Ve her zaman da seveceğim”

“Seni olduğum her şeyle seviyorum” diye cevapladı Thor.

Krohn ayaklarının üzerine kapandı ve Thor’un avuçlarını yaladı; Thor da eğilip onun yüzünü öptü.

“Özür dilerim” dedi Thor. Krohn, Gwendolyn’i savunurken ona vurduğunu hatırlıyordu. “Lütfen, affet beni”

Saniyeler önce şiddetli bir şekilde sarsılan dünya, nihayet sabitleşmişti tekrar.

“THORGRIN!” diye bir çığlık böldü sessizliği.

Thor, Andronicus’u görebilmek için suratını çevirdi. Adım adım meydana doğru ilerlerken, çatık kaşlı yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. İki ordu da buz gibi bir sessizlikle baba ve oğlun karşılaşmasını izliyordu.

“Sana emrediyorum!” dedi Andronicus. “Öldür onları! Hepsini öldür! Ben senin babanım. Beni dinleyeceksin. Sadece beni dinleyeceksin!”

Ama bu sefer, Thor Andronicus’a bakarken farklı bir şey hissetti. İçinde bir şeyler değişti. Thor, artık Andronicus’u babası olarak, ailesinden bir üye olarak, cevap vermesi gereken biri ya da hayatını adayabileceği bir olarak görmüyordu. Onun yerine onu bir düşman olarak görüyordu artık. Bir canavar. Thor artık bu adam uğruna hayatından vazgeçmek için bir sebep görmüyordu. Tam tersine, ona karşı delice bir öfke hissediyordu. Karşısında Gwendolyn’e saldırması için emir veren bir adam duruyordu, karşısında kendi ülkesinin yoldaşlarını öldüren bir adam duruyordu. Karşısında anayurdunu işgal edip yağmalamış bir adam duruyordu. Karşısında duran bu adam, karanlık büyüleriyle onun zihnini ele geçirip tutsak eden adamdı.

Thor aniden öfkeyle kavrulduğunu hissetti. Eğilip kılıcını aldı ve meydana doğru hızla ilerlemeye başladı. Babasını öldürmeye hazırdı.

Andronicus, Thor’un iki eliyle tuttuğu kılıcını kaldırmış bir şekilde tüm gücüyle kafasını almak için ona doğru geldiğini görünce şok olmuştu.

Andronicus devasa savaş baltasını son anda kaldırdı, yana doğru çevirip metal sapıyla darbeyi son anda engelledi.

Thor pes etmemişti. Kılıcını tekrar ve tekrar salladı. Öldürmeye niyetliydi ve her seferinde Andronicus baltasını kaldırıp engelliyordu. İki ordu da derin sessizlikte çarpışmayı izlerken iki silahın da muhteşem çınlaması havayı delip geçiyordu. Her vuruşta etrafa kıvılcımlar saçılıyordu.

Thor, babasını öldürmek için sahip olduğu tüm becerileri kullanırken haykırıyor ve çığlıklar atıyordu. Bunu yapmak zorundaydı. Kendisi için, Gwendolyn için, bu yaratığın yüzünden acılar çeken tüm o insanlar için bunu yapmak zorundaydı.  Her vuruşla birlikte, Thor, soyunu ve geçmişini silip atmak ve yeni bir başlangıç yapmak istiyordu. Her şeyden çok hem de. Farklı bir baba seçmek istiyordu.

Andronicus, sadece Thor’un vuruşlarına karşılık vererek savunuyor ama karşı saldırıda bulunmuyordu. Belli ki, oğluna saldırmaktan çekiniyordu.

“Thorgrin!” dedi Andronicus darbelerin arasında. “Sen benim oğlumsun. Sana zarar vermek istemiyorum. Ben senin babanım. Sen benim hayatımı kurtardın. Senin yaşamanı istiyorum.”

“Ben senin ölmeni istiyorum!” diye haykırdı Thor.

Andronicus’un heybetine ve gücüne rağmen Thor, kılıcını tekrar tekrar savuruyor ve onu meydan boyunca geriye doğru sürüklüyordu. Ama Andronicus hala Thor’a karşılık vermiyordu.  Sanki Thor’un tekrar ona geri dönmesini umuyormuş gibiydi.

Ama bu sefer, Thor bunu yapmayacaktı. Artık Thor kim olduğunu biliyordu.  Nihayet, Andronicus’un sözleri aklından uzaklaşmıştı. Tekrar Andronicus’un merhametine kalacağına ölmeyi tercih ederdi.

“Thorgrin, buna bir son vermelisin!” diye haykırdı Andronicus. Oldukça vahşi bir darbeyi kafasının üzerinden baltayla engelleyince kıvılcımlar yüzüne gelmişti. “Seni öldürmeme zorlayacaksın beni ve ben bunu yapmak istemiyorum. Sen benim oğlumsun. Seni öldürmek kendimi öldürmek olur.”

“O zaman öldür kendini!” diye yanıtladı Thor. “Ya da ben senin için yaparım bunu!”

Muhteşem bir haykırışla Thor sıçradı ve Andronicus’u iki ayağıyla göğsünden tekmeleyerek tökezlemesine sebep oldu ve Andronicus sırtının üstüne düştü.

Andronicus, olabilecek şeylerden dolayı sersemlemiş gibi bakıyordu.

Thor onun üzerinde durdu ve işini bitirmek için kılıcını kaldırdı.

“Hayır!” diye bir ses duyuldu. Korkunç bir sesti. Sanki cehennemin derinliklerinden geliyor gibiydi. Thor etrafa bakındığında meydana doğru giren bir adamı gördü. Uzun kırmızı bir cübbe giyiyordu, yüzünü kapüşonu kapatıyordu ve boğazından bu dünyaya ait olmadığını gösteren bir hırıltı çıkıyordu.

Rafi.

Bir şekilde Rafi, Argon’la olan savaşından sağ çıkabilmişti. Şimdi kollarını iki yana açmış bir şekilde orada duruyordu. Kollarını kaldırınca cübbesinin kolları düştü. Hiç güneş görmemiş gibi duran soluk ve kabarcıklı cildi ortaya çıkmıştı. Boğazının arkasından hırlama gibi berbat bir ses çıkarıyordu ve ağzını genişçe açmasıyla bu ses havayı doldurana kadar büyümeye devam etti. Sesin çıkardığı düşük tını, Thor’un kulaklarını titretiyor ve acıtıyordu.

Dünya sallanmaya başladı. Thor tüm zemin sallanırken dengesini kaybediyordu. Rafi’nin elerini takip etti ve asla unutamayacağı bir şey gördü önünde.

Dünya ikiye yarılmaya başladı. Büyük bir yarık açılıyor ve sürekli olarak genişliyordu. Bu yarık genişlerken, iki tarafın askerleri de düşüyor, yuvarlanıyor ve büyümeye devam eden yarığın içine doğru savrulurken çığlıklar atıyorlardı.

Dünyanın altından turuncu bir kızıllık yükselmeye başladı. Buhar ve sis yükseldikçe korkunç ıslığı andıran bir ses yükseldi.

Yarıktan çıkan ve dünyayı tutan bir el belirdi. Bu el siyah, pütürlü, biçimsizdi ve kendini yukarı doğru çekerken Thor korkunç bir yaratığın dünyadan çıktığını görmesiyle dehşete düştü. İnsan görünümündeydi, ama büyük parlak kırmızı gözleriyle ve uzun kırmızı dişleriyle tamamen simsiyah bir şeydi. Uzun, siyah bir kuyruğu vardı arkasında. Bedeni pürüzlüydü ve bir ceset gibi görünüyordu.

Kafasını arkaya doğru yasladı ve tıpkı Rafi’ninki gibi korkunç bir kükreme duyuldu. Sanki cehennemin derinliklerden çağrılmış yaşayan ölü bir yaratığa benziyordu.

Bu yaratığın ardından aniden bir başkası geldi. Sonra bir başkası daha.

Bu yaratıkların binlercesi kendilerini cehennemin içinde kendilerini yüzeye çıkarıyorlardı. Yaşayan ölü ordusuydu. Rafi’nin ordusu.

Yavaş bir şekilde Rafi’nin yanına geldiler. Thorgrin ve diğerlerine karşı duruyorlardı.

Thor, bu kendisine karşı duran orduya şok içinde bakıyordu. Kılıcını hala yukarıda tutmuş bir şekilde orada öylece dururken, Andronicus aniden altından kalkıp kendi ordusuna katıldı. Belli ki Thorgrin’e karşı koymak istemiyordu.

Aniden, binlerce yaratık Thor’a doğru koşmaya başladı. Meydanı istila ederek, Thor’u ve insanlarını öldürmeye geliyorlardı.

Thor bir an durdu ve ilk yaratık ona saldırınca kılıcını kaldırdı. Öfkeyle pençelerini uzatıyordu. Thor yana adım attı, kılıcı salladı ve kafasını kopardı. Kafası zemine düştü ve hareket etmiyordu. Thor da kendini bir sonraki için hazırladı.

Bu yaratıklar güçlü ve hızlıydı. Ama teke tekte, Thor ya da Ring’in yetenekli savaşçılarına karşı duramazlardı. Thor onlarla ustaca savaştı. Sağlı sollu öldürüyordu hepsini. Ama asıl soru, tek seferde kaç tanesiyle savaşabilirdi? Etrafındaki insanlar gibi binlercesi tarafından tüm yönlerden istila edilmişti.

Thor, Erec, Kendrick, Srog ve diğerlerinin yanına geldi. Hepsi de yan yana savaşıyor, kılıçlarını sağlı sollu sallarken ve aynı anda iki ya da üç tane yaratığı alt ederken birbirlerinin arkalarını kolluyorlardı. Bir tanesi araya kayarak Thor’un kolundan tutup tırmaladı. Thor’un elinden kan akıyordu ve acı içinde haykırırken kılıcını sallayıp tam kalbinden vurarak öldürdü. Thor üstün bir savaşçıydı, ama kolu çoktan acıyla titremeye başlamıştı. Bu yaratıkların işini bitirmek ne kadar sürer bilemiyordu.

Aklındaki ilk ve en önemli şey ise Gwendolyn’i güvende tutmaktı.

“Onu arka tarafa getirin!” diye bağırdı Thor. Bir yaratıkla savaşmakta olan Steffen’ı kolundan tutup Gwen’i gösterdi. “ŞİMDİ!”

Steffen, Gwen’i aldı ve ordunun arkasına doğru götürdü. Onu yaratıklardan uzaklaştırmaya çalışıyordu.

“HAYIR!” diye itiraz ediyordu Gwen. “Burada seninle olmak istiyorum!”

Ama Steffen görevine itaat ederek onu savaşın arka kanadına doğru sürükledi.  Orada kahramanca durup yaratıklara karşı savaşan binlerce MacGil ve Gümüş'ün arkasında koruyordu onu. Thor onun güvende olduğunu görünce rahatladı ve yaşayan ölülerle olan savaşına geri döndü.

Thor, kılıcının yanında ruhuyla da savaşabilmek için Druid gücünü çağırmaya çalıştı. Ama bir sebepten dolayı yapamadı. Andronicus’la olan savaşından, Rafi’nin zihin kontrolünden dolayı çok yorgundu ve gücünün iyileşmesi için daha fazla zamana ihtiyacı vardı. Normal silahlarla savaşmak zorundaydı.

Alistair ileriye, Thor’un yanına geldi ve avucunu kaldırarak yaşayan ölü ordusuna yöneltti. Bir ışık topu fışkırdı ve tek seferde birkaç yaratığı öldürdü.

Tekrar tekrar iki avucunu da kaldırarak etrafındaki tüm yaratıkları öldürüyordu ve o bunu yaparken Thor kız kardeşinin ona etki eden enerjisiyle ilham almıştı. Sadece kılıçla değil, zihni ve ruhuyla da savaşabilmek için tekrar bir başka yönünü çağırmaya çalıştı. Bir sonraki yaratık ona yaklaşırken, bir avucunu kaldırdı ve rüzgârı çağırmaya çalıştı.

Thor rüzgârın avuçlarının arasından geçtiğini hissetti ve aninden bir düzine yaratık havaya doğru fırladı. Rüzgâr onları savuruyor ve dünyadaki yarığa doğru takla attırırken uğulduyordu.

Kendrick, Erec ve diğerleri etraflarındaki herkes gibi düzinelerce yaratığı öldürüp sahip oldukları her şeyi ortaya koyarak Thor’un yanında cesurca savaşıyorlardı. İmparatorluk ordusu geriye çekilmiş ve Rafi’nin yaşayan ölü ordusunun onlar için savaşarak Thor’un adamlarını yormalarına izin vermişlerdi.

Çok geçmeden, Thor’un adamları yoruldular ve artık daha yavaş bir şekilde hareket etmeye başladılar, ama dünyadan çıkıp gelen yaşayan ölüler bitmiyordu, sonu gelmeyen bir akarsu gibiydi.

Thor, diğerleri gibi zor nefes aldığını fark etti. Yaşayan ölüler mevkilerine girmeye başlamıştı ve adamları artık düşmeye başlıyordu. Çok fazlaydılar. Thor’un etrafında, yaşayan ölüler askerleri alt edip, dişlerini boğazlarına saplayıp kanlarını emerken yükselen çığlıklar vardı. Bir yaratığın öldürdüğü her bir askerle, yaşayan ölüler daha da güçlenmeye başlıyor gibiydi.

Thor derhal bir şeyler yapmaları gerektiğini biliyordu. Bununla başa çıkabilmek için büyük bir güç çağrısına ihtiyaçları vardı. Onun ya da Alistair’in sahip olduğundan çok daha güçlü bir şey.

“Argon!” dedi bir anda Thor Alistair’e. “O, nerede? Onu bulmak zorundayız!”

Thor bakınca Alistair’in yorulmaya başladığını gördü. Gücü zayıflıyordu. Bir canavar yanından geçerken sinsice onu yakaladı ve Alistair yere düştü. Çığlık atıyordu. Canavar onun üzerine çıkarken, Thor ileri atılıp kılıcını canavarın sırtına sapladı ve Alistair’i son saniyede kurtardı.

Thor tek elini uzatıp onu hemen ayağa kaldırdı.

“Argon!” diye haykırdı Thor. “O bizim tek umudumuz. Onu bulmak zorundasın. Şimdi!”

Alistair ona bildiği bir bakış fırlattı ve kalabalığa karıştı.

Bir yaratık daha araya sızdı; pençeleriyle Thor’un boğazına saldırıyordu.  Krohn hemen üstüne atlayıp, onu hareketsiz hale getirdi ve yere fırlattı. Bir başka yaratık da Krohn’un sırtına saldırdı ve onu da Thor parçalayıp öldürdü.

Bir başka yaratık Erec’in sırtına atladı. Thor hemen koştu, onu oradan koparıp iki eliyle tuttu ve havaya kaldırdı; sonra, birkaç yaratığın üstüne savurarak onları da alt etti. Bir başka yaratıksa Kendrick’e saldırmıştı. Kendrick bunun geldiğini görmemişti. Dişlerini Kendrick’in omzuna sokmadan hemen önce Thor hançerini alıp boğazına yapıştırdı. Thor bunun Erec’e, Kendrick’e ve diğerlerine karşı durmayı telafi etmek için yapabileceği en küçük şey olduğunu hissetti. Yeniden onlarında tarafında, doğru tarafta savaşmak onu iyi hissettirmişti. Yeniden kim olduğunu bilmek ve kimin için savaştığını bilmek iyi gelmişti.

Rafi orada kolların iki yana açılmış heybetli bir şekilde dururken, yaratıkların binlercesi daha dünyadaki yarıktan çıkmaya devam ediyordu. Thor bunlara daha fazla karşı koyamayacaklarını biliyordu. Onlara saldırmaya hazır bir yaşayan ölü sürüsü dirsek dirseğe üstlerine doğru geliyordu. Thor kısa sürede, kendisinin ve tüm insanlarının tüketileceğinin farkındaydı.

En azından, savaşın doğru tarafında öleceğini düşündü.

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

Romulus, onu kollarında taşırken Luanda savaşıyor ve karşı koymaya çalışıyordu. Köprüyü geçerken attıkları her adım onu anayurdundan daha da uzaklaştırıyordu. Çığlık attı, dövmeye çalıştı, tırnaklarını onun tenine geçirdi. Serbest kalabilmek için her şeyi yapmıştı. Ama Romulus’un kolları kaya gibi sağlamdı, omuzları genişti ve Luanda’yı çok sıkı bir şekilde sarmıştı. Tıpkı bir piton yılanı gibi kavramış ve öldüresiye bir şekilde sıkıştırıyordu. Luanda çok zor nefes alıyordu ve kaburgaları çok kötü ağrıyordu.

Tüm bunlara rağmen, en çok endişelendiği şey kendisi değildi. Kafasını kaldırıp baktığında, köprünün sonunda silahları hazır bir şekilde bekleyen İmparatorluk ordusunun askerlerini gördü. Hepsi de köprüye hızlıca girebilmek için Kalkan’ı indirmek konusunda endişeli görünüyorlardı. Luanda yukarı baktı ve Romulus’un giydiği tuhaf pelerin gözüne ilişti. Romulus onu taşırken pelerini titriyor ve parlıyordu. Luanda bir şekilde onun Kalkan’ı indirmesinde kendisinin kilit bir rol olabileceğini hissetti. Kendisiyle ilgili bir şey olmak zorundaydı. Yoksa neden onu zorla kaçırırdı ki?

Luanda içinde güçlü bir kararlılık hissetti. Kendini bir şekilde serbest bırakmalıydı. Sadece kendi için değil, krallığı için, insanları için yapmalıydı bunu. Romulus Kalkan’ı indirdiğinde, onu bekleyen binlerce adam köprüyü geçebilirdi. İmparatorluk ordusunun askerlerinden oluşan büyük topluluk çekirge gibi Ring’e saldıracaktı. Anayurdundan geriye kalan tüm iyi şeyleri yok edeceklerdi ve o bunun gerçekleşmesine izin veremezdi.

Luanda sahip olduğu her şeyiyle Romulus’tan nefret ediyordu. Tüm bu İmparatorluk’tan da ve en çok da Andronicus’tan nefret ediyordu. Şiddetli bir rüzgâr hızlıca yayılmıştı ve soğuk rüzgârın çıplak başına vuruşunu hissetti. Tıraşlanmış saçını hatırlayınca ve bu canavarların elinde küçük düşürülüşünü hatırlayınca sızlanıyordu. Eğer yapabilseydi hepsini teker teker öldürürdü.

Romulus onu Andronicus’un kampında tutsaklıktan kurtarınca, Luanda bu korkunç kaderinden ve Andronicus’un İmparatorluğunda bir hayvan gibi alay edilmekten kurtulduğunu düşünmüştü. Ama Romulus, Andronicus’tan bile daha kötü çıkmıştı. Köprüyü geçer geçmez, eğer ilk başta işkence etmezse hemen kendisini öldürebileceğini düşündü. Kaçmak için bir yol bulmak zorundaydı.

Romulus eğildi ve Luanda’nın saçlarını kenara iterek derin, boğazından gelen bir sesle kulağına konuştu. “Çok uzun sürmeyecek tatlım.”

Hızlı bir şekilde düşünmeliydi. Luanda bir köle değildi. O bir kralın ilk kızıydı. Onun kanında asil kan akıyordu. Savaşçıların kanı akıyordu ve hiçbirinden korkmuyordu. Hangi düşmana olursa olsun savaşmak için ne yapması gerekiyorsa yapardı. Bu düşman Romulus gibi güçlü ve kaba biri olsa da yapardı.

Luanda, kalan tüm gücünü çağırmayı denedi ve tek hızlı bir hareketle boynunu arkaya doğru kaldırıp uzanarak dişlerini Romulus’un boğazına sapladı. Tüm gücüyle ısırıyordu ve daha da sıkıca bastırıyordu dişlerini. Romulus’un kanı tüm yüzüne fışkırıp titremesiyle onu yere bırakana kadar devam etti.

Luanda dizlerinin üzerinde aceleyle hareket etti, arkasını döndü ve anayurduna giden köprü boyunca hızlıca koşmaya başladı.

Ona doğru yaklaşan ayak seslerini duyuyordu. Romulus, tahmin ettiğinden çok daha hızlıydı ve arkasına baktığında ona doğru katıksız bir öfkeyle yaklaştığını gördü.

İleriye doğru baktığında, yaklaşık sadece 6 metre ötesinde Ring anakarasını gördü ve daha hızlı koşmaya çalıştı.

Sadece birkaç adım kala, Luanda aniden omurgasında korkunç bir acı hissetti. Romulus kolunu uzatıp dirseğiyle sırtına vurmuştu. Yüzüstü toprağa çökerken sanki Romulus onu ezmişçesine bir acı hissetti.

Bir saniye sonra, Romulus onun üzerindeydi. Üzerine kapaklandı ve suratına bir yumruk geçirdi. O kadar sert vurmuştu ki, Luanda’nın tüm vücudu ters döndü ve sırtı toprağa yapıştı. Orada neredeyse bilinçsiz bir şekilde uzanırken, tüm acı çenesinden yüzüne kadar yankılanıyordu.

Luanda, kendisinin Romulus’un başının üzerine doğru kaldırıldığını hissetti ve onu fırlatmak için Romulus köprünün kenarına doğru giderken dehşetle izliyordu. Romulus orada durdu ve haykırdı. Luanda’yı fırlatmaya hazır bir şekilde başının üzerinde tutuyordu.

Luanda yukarı baktı, aşağıya doğru dik suya baktı ve hayatının sona ermek üzere olduğunu biliyordu.

Ama Romulus onu orada tutuyordu. Uçurumda, kolları titreyerek donmuş bir şekilde tutuyordu. Luanda’nın hayatı dengede asılı dururken, Romulus düşünüyor gibiydi. Açıkça görülüyor ki, öfkesinin etkisiyle onu oradan atmak istiyordu -  ama hala yapamamıştı. Amacını gerçekleştirebilmesi için ona ihtiyacı vardı.

Nihayet, Luanda’yı yere indirdi. Neredeyse canını çıkaracak şekilde kollarıyla sıkıca sardı. Sonra aceleyle kanyona insanlarına doğru ilerlemeye başladı.

Bu sefer, Luanda güçsüz ve acıdan sersemlemiş bir şekilde duruyordu. Yapabileceği bir şey kalmamıştı. Denemişti ve başarısız olmuştu. Şimdi yapabileceği tek şey, Kanyon’a doğru taşınırken yükselip onu saran ve sonra aniden kaybolan sisin eşliğinde kaderinin ona adım adım yaklaşmasını izlemekti. Luanda sanki bir başka gezegene götürülüyormuş gibi hissediyordu. Asla geri dönemeyeceği bambaşka bir yere.

Sonunda kanyonun uzaktaki kısmına vardılar. Pelerini omuzlarının etrafında müthiş bir gürültüyle ve parlak kırmızısıyla havalanırken Romulus son adımını attı. Luanda’yı çürük bir patates gibi yere bıraktı. Luanda zemine kafasını vurarak çok sert bir şekilde çarptı ve orada öylece uzanıp kaldı.

Romulus’un askerleri köprünün ucunda bakakalmışlardı. Açıkça görülüyordu ki ileri bir adım atıp Kalkan'ın inip inmediğini kontrol etmekten korkuyorlardı.

Romulus bu durumdan sıkıldı ve askerlerden birini tutup havaya kaldırdı ve bir zamanlar Kalkan olan görünmez duvarın tam ortasına fırlattı. Asker parçalara ayrılıp öleceğini beklediği için ellerini kaldırıp haykırarak ölümü karşılıyordu.

Ama bu sefer farklı bir şey oldu. Asker havada uçarak gitti, köprüye indi ve yuvarlanmaya başladı. Yuvarlandı, yuvarlandı. Kalabalık sessizlik içerisinde durana kadar izledi. Yaşıyordu.

Asker doğruldu, dik bir şekilde oturdu ve arkasına baktı. Şok içerisindeki kalabalığa bakıyordu. Başarmıştı. Bu sadece bir anlama geliyordu:  Kalkan inmişti.

Birer birer koşarlarken Romulus’un ordusundan müthiş bir kükreme yükseliyordu. Ring’e doğru akın ediyorlardı. Luanda korkudan sinmişti. Hepsi birden yanından geçerken yoldan uzak durmaya çalışıyordu. Kendi anayurduna doğru tıpkı bir fil sürüsü gibi ilerlemelerini dehşetle izliyordu.

Kendi bildiği ülkesi artık yoktu.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Reece lav çukurunun kenarında dururken altında şiddetle sarsılan yüzeye inanamayarak bakıyordu. Az önce yaptığı şeyi henüz atlatabilmiş değildi. Kader Kılıcı'nı çukura taşımaktan ve kayayı serbest bırakmaktan ötürü kasları hala ağrıyordu.

Az önce Halka'daki en güçlü silahı yok etmişti. Efsane silahı, nesiller boyunca atalarının olan kılıcı, seçilmiş kişinin silahı, Kalkan'a karşı duran tek silahı yok etmişti.  Eriyen ateş çukurunun içine atmıştı ve kendi gözleriyle büyük kırmızı bir ateş topuna dönüşüp eriyerek bir hiçliğe yok oluşunu izlemişti.

Sonsuza kadar yok olmuştu.

O andan itibaren yüzey sarsılmaya başlamış ve hiç durmamıştı. Reece dengesini kurmakta zorlanıyordu. O da diğerleri gibi çukurun kenarından geriye doğru çekildi. Sanki dünya etrafında parçalanıyor gibi hissediyordu. Ne yapmıştı? Kalkan'ı mı yok etmişti? Ring? Hayatının en büyük hatasını mı yapmıştı?

Reece başka seçeneği olmadığını söyleyerek kendini ikna etti. Kaya ve kılıç, bu dehşet verici yaratıklardan kaçabilmek adına duvara tırmanırken taşıyabilmeleri için çok ağırdı. Çaresiz bir durumda kalmıştı ve belki başka bir zaman çok kötü bir karar olabilecekken o an için en iyi seçenek oydu.

Bu çaresiz durumlarında bir değişiklik yoktu henüz. Reece etrafında müthiş çığlıklarla birlikte, binlerce yaratığın sinir bozucu bir şekilde dişlerini gıcırdatarak aynı anda gülmelerinden ve hırlamalarından çıkan sesler duyuyordu. Bir çakal ordusunu andırıyorlardı. Açıkça, Reece onlara karşı çok öfkelenmişti ve onlar için çok değerli olan nesneyi çalmıştı. Şimdi hepsi de kendilerini, bunu ona ödetmeye adamış gibi görünüyorlardı.

Daha önce de bunun gibi kötü durumlar yaşanmış olsa da, bu onlardan bile daha kötüydü. Reece diğerlerine baktı: Elden, Indra, O’Connor, Conven, Krog ve Serna. Hepsi de dehşet içinde lav çukuruna bakıyorlardı. Reece sonra kafasını çevirdi ve çaresizce etrafına bakındı. Binlerce Faw, her bir yönden yaklaşıyordu. Reece kılıcı kurtarmayı başarmıştı ama bunun sonrasını düşünmemişti. Kendisini ve diğerlerini tehlikeden nasıl kurtaracağını düşünmemişti. Hala etrafları tamamen sarılmış durumdaydılar ve gidecek hiçbir yerleri yoktu.

Reece bir çıkış yolu bulmada kararlıydı ve hepsinin kafasını kılıçla keserek en azından daha hızlı hareket edebilirlerdi.

Reece kılıcını çekti ve bir halka gibi sallayarak havayı deldi. Neden oturup bu yaratıkların kendilerine saldırmalarını beklesinler ki? En azından aşağıya inip savaşabilirdi.

“SALDIRIN!” diye haykırdı Reece diğerlerine.

Hepsi birden silahlarını çekti ve Reece’in arkasına toplandı. Reece lav çukurunun kıyısından hızlıca Fawların en kalabalık olduğu yere doğru ilerlerken onu takip ediyorlardı. Reece kılıcını her şekilde sallıyor ve yaratıkları sağlı sollu öldürüyordu. Onun yanında Elden, baltasını kaldırıp aynı anda iki kafa birden götürdü. O sırada O’Connor yayını çıkarmış yolda karşısına çıkanların hepsine ateş atıyordu. Indra, kendini ileri doğru atarak küçük kılıcıyla aynı anda ikisini kalbinden vurdu. Conven ise kılıçlarının ikisini de çıkarmış, deli gibi haykırıyor ve her yönden gelen Fawları vahşice öldürüyordu. Serna asasını ustaca kullanıyor ve Krog da mızrağıyla arka kanadı koruyordu.

Onlar birleşmiş bir savaş makinesiydi. Tek olarak savaşıyor ve çaresizce kaçmaya çalışırken önlerindeki kalabalığı yararak hayatları için savaşıyorlardı. Reece daha yüksek bir yüzeye çıkabilmek için oları küçük bir tepeliğe yönlendirdi.

Tepeye çıkarlarken kaydılar. Yüzey hala sallanıyordu, yokuş çamurlu ve dikti. Biraz hız kaybettiler ve o sırada birkaç Faw Reece’in üzerine atlayıp pençelerini geçirip ısırmaya başladı. Reece de hemen eğilip onları yumrukladı. Kolay pes etmiyorlardı ve Reece’e yapışmışlardı. Yine de onları başından atmayı başardı ve tekrar saldırmalarına izin vermeden kılıcı saplayarak işlerini bitirdi. Yaralanmış ve darbe almış bir halde Reece savaşmaya devam etti. Hepsi de tepeye tırmanıp bu yeren kaçabilmek için hayatları uğruna savaşmaya devam ediyordu.

Nihayet tepeliğe ulaştıklarında, Reece bir anlığına rahatladı. Orada durdu, havayı içine çekti ve uzakta önü kalın bir sis tarafından kaplanmış olan kanyon duvarını görür gibi oldu. Onun orada olduğunu biliyordu. Hayatlarını kurtarabilmek için oraya varmak zorunda olduklarını biliyordu.

Reece omuzlarının üzerinden arkaya baktı ve binlerce Fawun tepeye doğru koştuklarını gördü. Uğuldayarak, dişlerini gıcırdatarak ve her zamankinden güçlü ve korkunç bir şekilde ses çıkararak geliyorlardı. Onların kaçmalarına izin vermeyeceklerini biliyordu.

“Ya ben ne olacağım?” diye bir haykırış deldi geçti havayı.

Reece dönüp baktığında arka tarafta Centra’yı gördü. Fawların liderinin yanında boğazına bıçak tutulmuş bir şekilde tutsak edilmişti.

“Beni bırakmayın!” diye çığlık attı. “Beni öldürecekler!”

Reece orada alevler saçarcasına gergin bir şekilde duruyordu. Tabi ki, Centrawas haklıydı. Onu öldüreceklerdi. Onu orada bırakamazdı, Reece’nin onur anlayışına aykırıydı. Her şeyden öte, Centra ihtiyaç duydukları yardımı onlara etmişti.

Reece orada duruyordu. Tereddütteydi. Başını çevirdi ve uzakta çıkış yolları olan kanyon duvarını gördü.

“Onun için geri dönemeyiz!” dedi Indra, heyecanlı bir şekilde “Hepimizi öldürecekler!”

O sırada ona doğru yaklaşan bir Faw-u tekmeleyerek geriye itti. Sırtının üzerinden kayarak aşağıya düştü.

“Kendi hayatlarımızı kurtarabilirsek şanslı sayılırız!” dedi Serna.

“O bizden biri değil!” dedi Krog. “Grubumuzu onun için tehlikeye atamayız!”

Reece orada duruyordu, düşünüyordu. Fawlar yaklaşıyordu ve bir karar vermek zorunda olduğunu biliyordu.

“Haklısın.” diye kabul etti Reece. “O bizden biri değil. Ama bize yardım etti. O iyi bir adam. Tüm o yaratıkların eline bırakamam onu. Arkada hiçbir adam kalmayacak!” dedi kararlı bir şekilde.

Reece eğime doğru ilerlemeye başladı. Centra için geri dönüyordu ama gitmeden önce Conven aniden gruptan ayrıldı ve saldırıya geçti. Çamurlu yamaçta kayıyor düşüyor, ama ilerledikçe Fawları sağlı sollu öldürüyordu. Umursamaz bir şekilde geldiklere yere gri dönüyordu ve kendini Faw kalabalığın içine atıyordu. Bir şekilde de dimdik bir kararlıkla yolunu açabilmeyi başarıyordu.

Reece de hemen atağa geçti arkasından.

“Geri kalanlar burada kalsın! Bizim dönmemizi bekleyin!” diye bağırdı giderken.

Reece Conven’in izinden gidiyor, sağlı sollu Fawları öldürüyordu. Sonunda Conven’i yakaladı ve ona desteğe girdi. İkisi de Centra’ya giden dağ yolu boyunca önüne çıkan her şeyle savaşıyorlardı.

Reece, korku dolu kocaman gözlerle onları izleyen Centra’ya doğru gitmek için savaşırken, Conven Faw sürüsünün içine girerek ileriye doğru saldırıyordu. Bir Faw, Centra’nın boğazını kesmek için hançerini kaldırdı ama Reece ona bu şansı vermedi. İleriye doğru atladı, kılıcını kaldırdı, hedefini aldı ve tüm gücüyle kılıcı sapladı.

Kılıç, Faw Centra’yı öldürmeden bir saniye önce havada uçarak takla attı ve Fawun tam boğazına sapladı. Centra, yukarı bakıp sadece az ötesinde neredeyse yüzüne değecek olan ölü Fawu görmesiyle haykırıyordu.

Reece’i şaşırtan şey ise, Conven Centra’ya gitmemişti. Onun yerine küçük tepeye doğru koşmaya devam etmişti. Reece yukarı baktı ve ne yaptığını görünce dehşete düştü. Conven intihara meyilli gibi davranıyordu. Liderlerini çevreleyen Faw grubuna doğru ilerlemişti. Bu lider yüksek bir platformda oturup savaşı yukarıdan izliyordu. Conven karşısına çıkanları sağlı sollu öldürmüştü. Bunu beklemiyorlardı ve her şey çok hızlı gelişmişti. Reece, Conven’in liderlerini hedef aldığını fark etti.

Conven iyice yakınlaştı, havaya atlayıp kılıcını kaldırdı. Liderleri tam durumu fark etmiş ve kaçmaya çalışırken Conven tam kalbine sapladı kılıcı. Lider titremeye başladı ve aniden binlerce feryat sesi yükselmeye başladı. Bütün Fawlar sanki kendilerine saplanmış gibi feryat ediyordu. Sanki aynı sinir sistemini paylaşıyorlarmış gibi ve bunu Conven yapmıştı.

“Bunu yapmamalıydın” dedi Reece Conven’e doğru dönerken. “Şimdi bir savaş başlattın”

Reece dehşet içinde izlerken, küçük bir tepe bir anda patladı ve içinden binlerce ve binlerce Faw, karınca höyüğünden çıkan karıncalar gibi belirmeye başladı. Reece işte o an, Conven’in kraliçe arıyı öldürdüğünü fark etti. Bu şeyler hiddetle tahrik edilmişlerdi. Hepsi de dişlerini gıcırdatıyor ve Reece, Conven ve Centra’ya doğru saldırıya geçerken yüzey yine onların adımlarıyla yerinden sallanıyordu.

“KAÇ!” diye haykırdı Reece.

Reece, şok içinde donakalan Centra’yı iterek hep birlikte geri dönüp diğerlerinin yanına doğru koşmaya başladılar. Aynı zamanda çamurlu yamaca karşı koymaya çalışıyorlardı. Reece sırtına bir Fawuın sıçradığını hissetti ve Reece’i yere yatırdı. Ayak bileklerinden çekip eğime doğru sürükledi ve dişlerini boğazına doğru uzattı.

Reece’in kafasının üzerinden bir ok geçti ve okun sert çarpma sesi duyuldu. Reece başını kaldırdığında, tepenin başında elinde yayla O’Connor’ı gördü.

Conven arkalarını korurken, Centra’nın yardımıyla Reece tekrar ayağa kalktı ve Fawlara karşı savaşmaya devam etti. Nihayet üçü de tepenin üstüne çıkıp diğerlerinin yanına vardı.

İleriye doğru atağa geçip baltasıyla birkaç Faw öldürürken, “Sizi yeniden aramızda görmek güzel!” dedi Elden.

Reece tepede bir süre duraksadı. Sisin ardını görmeye çalıştı ve hangi yoldan gitmeleri gerektiğini düşünüyordu. Patika iki yola ayrılmıştı ve sağdaki yolu seçmek üzereydi.

Ama Centra sola doğru yönelerek koşmaya başladı.

“Beni takip edin!” dedi koşarken. “Tek yol bu!”

Binlerce Faw yamaca hücum etmeye başlamıştı. Reece ve diğerleri arkasını dönüp koşmaya başladı. Centra’yı takip ediyorlardı. Yüzey sallanmaya devam ederken kayarak ve düşerek ederek tepenin diğer tarafına geçiyorlardı. Centra’nın yolunu takip ediyorlardı ve Reece hayatını kurtardığı için her zamankinden çok daha minnettardı.

“Kanyona gitmemiz gerekiyor!” diye seslendi Reece. Centra’nın nereye gittiğinden emin değildi.

Yollarını boğumlu kalın ağaçların olduğu patikaya doğru sürerlerken hızlandılar. Köklerle kaplı toprak izde, sisin içerisinden ustaca ilerleyen Centra’yı takip etmekte zorlanıyorlardı.

“Onlardan kurtulmamızın sadece bir yolu var!” diye cevap verdi Centra. “Benim izimde kalın!”

Centra koşmaya devam ettikçe yakından onu takip etmeye devam ettiler. Dallar tarafından çiziliyor ve köklerin üzerinde sendeliyorlardı. Reece gittikçe kalınlaşan sisin ilerisini görmekte zorlanıyordu. Engebeli yüzey üzerinde birkaç kere tökezlemişti.

Bacakları acıdan ölene kadar koşmaya devam ettiler. Arkalarındaki o binlerce yaratığın korkunç çığlıkları giderek yaklaşıyordu. Elden ve O’Connor grubu yavaşlatan Krog’a yardım ediyorlardı. Reece, Centra’nın nereye gittiğini bildiğini umuyor ve dua ediyordu. Zira bulundukları yerden Kanyon duvarını göremiyordu.

Aniden, Centra kısa bir anlığına durdu ve avuçlarıyla Reece’in göğsüne yapışarak onu yolundan alıkoydu.

Reece yere baktı ve ayaklarında ağıdaki nehre giden damlaları gördü.

Kafası karışmış bir şekilde Centra’ya döndü.

“Su” diye açıkladı Centra havayı incelerken. “Suyu geçmekten korkarlar”

Diğerleri de onların yanında durmaya başladı. Kesilen nefeslerini almaya çalışırken hızlı bir şekilde kükreyen yaratıklara bakıyorlardı.

“Tek şansın bu.” dedi Centra. “Bu nehri geçersen izlerini bir süreliğine kaybedersin ve zaman kazanırsın”

“Ama nasıl?” diye sordu Reece, köpüren yeşil sulara bakıyordu.

“Bu akıntı bizi öldürür!” dedi Elden.

Centra alaycı bir şekilde gülümsedi.

“Endişelenmeniz gereken en son şey bu. Su Fourenlar ile dolu, yani gezegendeki en ölümcül hayvan. Suya düşerseniz, sizi parçalara ayıracaklardır.”

Reece meralı bir şekilde suya baktı.

“O zaman yüzemeyiz” dedi O’Connor. “Kayık gibi bir şey de göremiyorum”

Reece omuzlarının üzerinden arkasına baktı, Fawların sesi gittikçe yaklaşıyordu.

“Tek şansınız bu” dedi Centra. Uzanıp ağaca bağlı uzun bir asma çekti. Dalları nehrin üzerinde asılıydı. “Buradan karşıya devam etmeliyiz. Sakın kaymayın ve sakın alçağa inmeyin. Karşıya geçtiğinizde bize geri gönderin”

Reece guruldayan suya baktı ve bakar bakmaz küçük korkunç parıldayan sarı yaratıkların zıpladığını gördü. Güneş balıklarına benziyorlardı ve çenelerini titretip tuhaf sesler çıkarıyorlardı. Çok fazlaydılar ve bir sonraki yemeklerini beklercesine bakıyorlardı.

Reece tekrar omuzlarının üzerinden arkaya baktı ve Faw ordusunun ufukta yaklaşmakta olduğunu gördü. Başka bir seçenekleri yoktu.

“İlk önce sen gidebilirsin” dedi Centra Reece’e.

Reece başını salladı.

“Ben en son gideceğim. Hepimizin başaramama ihtimaline karşı beklerim. Sen önce git. Buraya bizi sen getirdin”

Centra kabul etti.

“Bana iki defa sormana gerek yok” dedi gülümseyerek. Bir yandan telaşlı bir şekilde yaklaşan Fawları izliyordu.

Centra asmayı tuttu ve çığlık atarak kendini boşluğa bıraktı. Asmaya asılı bir şekilde suyun üzerinden hızlıca sallanarak ilerliyordu. Ayaklarını atak yapmaya çalışan yaratıklardan uzak tutmak için kaldırıyordu. Sonunda, karşı taraftaki kıyıya ulaştı ve yüzeye indi.

Başarmıştı.

Centra orada gülümseyerek duruyordu. Sallanan asmayı alıp nehrin ucundan geri gönderdi.

Elden uzanıp yakaladı ve Indra’ya verdi.

“Bayanlar önden” dedi.

Indra yüzünü ekşitti.

“Şımarmaya ihtiyacım yok.” dedi. “Sen büyüksün. Asmayı koparabilirsin. Sen git ve karşıya geç. Sakın düşme. Yoksa bu kadın seni kurtarmak zorunda kalacak”

Elden de yüzünü ekşitti, bundan hoşnut kalmamıştı ama asmayı aldı.

“Sadece yardım etmeye çalışıyordum” dedi.

Elden da bir haykırışla atladı, havada süzülerek Centra’nın yanına yüzeye çıktı.

İpi tekrar geri gönderdi ve O’Connor gitti. Sonra Serna, sonra Indra ve Conven.

Geriye kalanlar Reece ve Krog idi.

“Peki, sanırım sadece ikimiz kaldık.” dedi Krog Reece’e. “Sen git. Kendini kurtar.” dedi Krog, telaşlı bir şekilde arkasına bakıyordu. “Fawlar çok yakınlaştı. İkimizin de başarabilmesi için yeterli zaman yok.”

Reece başını salladı.

“Arkada hiç kimse kalmayacak. Eğer sen gitmezsen ben de gitmem” diye yanıtladı.

İkisi de orada inatçı bir şekilde öylece duruyordu. Krog giderek daha da telaşlanıyordu. Ama başını salladı.

“Sen bir aptalsın. Neden beni bu kadar düşünüyorsun? Senin için bunun yarısı kadar bile endişelenmezdim.”

“Ben bir liderim artık ve bu da bu durumu benim sorumluluğum yapar. Senin için endişelenmiyorum. Onurum için endişeleniyorum. Ve benim onurum arkada hiçbir adamın kalmamasını emrediyor.”

İkisi de telaşlı bir şekilde yanlarına gelen ilk Faw-a karşı döndüler. Reece ileri atlayıp Krog’un yanından ve kılıçlarıyla birkaç tanesini öldürdüler.

“Beraber gidiyoruz!” diye bağırdı Reece.

Daha fazla zaman kaybetmeden Reece Krog’u yakaladı, omzunun üstüne attı ve ipi yakaladı. Fawlar tam da kıyıya gelmeden hemen önce ikisi de havaya doğru haykırarak süzüldü.

İkisi de havada süzülerek karşı tarafa doğru salınıyordu.

“Yardım edin!” diye bağırdı Krog.

Krog, Reece’in omzundan kayıyordu ve o da asmayı tuttu. Ama asma artık, yaratıkların püskürtmeleriyle ıslaktı ve Krog’un elleri kayıyordu. Reece onu yakalamak için elini uzattı ama her şey çok hızlı olmuştu. Reece’in eli kayarken, Krog’un avuçlarından çıkıp taşkın suyun içine düşüşünü izledi.

Reece diğer kıyıya vardı ve yüzeye çıktı. Ayaklarını çekti ve suya atlamaya hazırlandı. Ama bunu yapmadan önce Conven gruptan ayrılarak ileri çıktı ve dalgalı suya balıklama atladı.

Reece ve diğerleri nefessizce izliyordu. Conven gerçekten bu kadar cesur muydu diye düşündü Reece ya da intihara mı meyilliydi?

Conven dalgalı akıntıya doğru korkusuzca yüzdü. Krog’u yakaladı, Bir şekilde yaratıklar tarafından en ufak bir zarar görmemişti. Sağa sola sallanarak onu tuttu. Bir kolunu omzunun etrafına alıp suda onunla birlikte ilerlemeye başladı. Conven akıntıya karşı kıyıya doğru yüzüyordu.

Aniden, Krog haykırdı.

“BACAĞIM!”

Fouren bacağını yapışıp ısırırken Krog acı içinde inliyordu. Parlak sarı pulları akıntı üzerinde görülüyordu. Conven kıyıya yaklaşana kadar yüzmeye devam etti. Reece ve diğerleri hemen uzanıp ikisini de sudan çıkardılar. Onların arkasından bir grup Fouren havaya doğru sıçradı ama Reece ve diğerleri onları hızlıca vurup uzaklaştırdılar.

Krog sağa sola sallanıyordu. Reece yere baktı ve Fouren’ın hala bacağında olduğunu gördü. Indra hançerini çıkardı ve yanına eğildi. Krog haykırırken hayvanı çıkarmak için kalçalarına sapladı. Fouren kıyıya fırlayıp suya geri döndü.

“Acıtmadı mı bu?” diye sordu Reece, kafası karışmıştı.

Conven omuzlarını silkti.

Reece, Conven için her zaman olduğundan çok daha fazla endişeleniyordu. Onun bu umursamazlığına inanamamıştı. Ölümcül yaratıklarla dolu suyun içine balıklama atlamıştı ve bunu yaparken hiç tereddüt etmemişti.

Nehrin diğer kıyısında, yüzlerce Faw bekliyordu. Onlara bakıyorlardı. Kızgın bir şekilde dişlerini gıcırdatıyorlardı yine.

“Nihayet, güvendeyiz” dedi O’Connor.

Centra başını iki yana salladı.

“”