Eldeki cilt, Eugen Biser Vakfı ile Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi tarafından üçüncüsü düzenlenmiş olan Almanca-Türkçe, kültürler ve dinler arası sempozyumun bildirilerini içeriyor. Söz konusu sempozyum 16–17 Mayıs 2007 tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirildi. Önceki sempozyumlar “İnsan Onuru” (Ankara 2005) ve “Din ve Devlet İlişkileri” (Münih 2006) konularına adanmıştı. Bu konferans dizilerinin ereği, Hıristiyanlarla Müslümanların barışçıl ve verimli bir biçimde birarada yaşamalarına olanak tanıyan dinsel-teolojik temellerinin ve ara sonuçlarının bilimsel yöntemler temel alınarak açıklığa kavuşturulmasıdır. Bundan dolayıdır ki sempozyumun konu seçimi toplumsal-politik öneme göre belirlenmekte, içeriklerin işlenmesiyse sıkı teolojik esaslara göre yapılmaktadır.
“Otorite ve Birey” konusuyla, gerek toplumsal biraradalıkta (devlet ile yurttaş arasındaki ilişki) gerekse dinde (Tanrı ile varlık arasındaki ilişki) yeri olan bir alan açımlanmaktadır. Bunun ötesinde, bu iki alan arasında geniş kapsamlı karşılıklı bağımlılık mevcuttur: Bir yandan, din, dünyasal egemenlik ilişkilerinin kabulünde birlikte karar vericidir; diğer yandansa, dinsel içerikler, sık sık toplumsal otorite tasarımlarınca birlikte biçimlendirilirler (hükümdar ya da baba olarak Tanrı). Özellikle bu konu, insani biraradalıktan kaynaklanan soruların dinsel ön kararlardan ayırılarak asla yanıtlanamayacağını gösteriyor.
Hiç kuşkusuz ki bir dünyaötesi-aşkın Yaratıcı ve vahyeden Tanrı anlayışlı büyük tektanrılı dinlerin gelişimi ve yayılışı, otorite ve bireyin dünyaiçi yapısını çığır açacak biçimde ve kalıcı olarak değiştirmiştir: Politik iktidar yapıları ve dinsel kurumlar da tanrısal bir doğaya sahip olduklarını kendi başlarına iddia edemez hâle gelmişlerdir. İnsan için tek mutlak otorite kendi vahiy hakikati içindeki Tanrı’dır. Bu nedenledir ki, bu dinlerin aydınlatmacı, insanı bireysel özgürlüğü içine yerleştirici etkisi vardı. Öte yandan, mutlak otoritenin sadece vahiy-tanrısına indirgenmesi de her zaman bir tehlikeyi barındırır: İkincil dinsel aracı merciler, kendilerini tanrısal iradenin bir ifadesi olarak yüceltirler, koşulsuz itaat talep ederler ve böylece insanın bireysel özgürlüğünü tehdit ederler. Bu ikilemin bir çözümü, istisnasız her bir dinin otorite talebinin, insanın vicdan ve aklı tarafından sınanabilir ve temellendirilebilir olmasında bulunabilir bir tek: Otoriteye itaat böylece talep edilenin gerçekliğine ilişkin bireysel idrakine dönüşür.
Bu cildin yazarları, Hıristiyanlık ve İslam’da otorite ve birey ilişkisi mantığının nasıl göründüğü sorusunun yanıtını araştırıyorlar. Bu araştırma her kavram için üç düzlemde gerçekleşiyor: Vahyolunan yazılar bu konuda ne diyor? Bu, teolojik ve felsefigelenekte nasıl ele alınıp yansıtıldı? Somut yaşam pratiği bu ilkeler ışığında nasıl görünmektedir? Bu iki dinin değerlendirmelerindeki benzerlikler ve farklılıklar böylelikle saydam hâle gelmekte ve karşılıklı anlayış için bir olanak yaratılmaktadır.
Bu sempozyumun ve sempozyumun bir parçası olan bu kitap yayımının gerçekleşmesinde katkıda bulunan herkese teşekkür etmek kalıyor geriye: öncelikle Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi profesörlerine ve özellikle fakültenin eski dekanı Prof. Dr. Mualla Selçuk’a konferansa davetleri, organizasyonu ve gösterdikleri cömert misafirperverlikleri nedeniyle; ardından Eugen Biser Vakfı’nın tüm çalışanlarına, Bayan Dr. Melike Nihan Alpargın’a basıma hazırlıklar sırasındaki redaksiyonel takip için; sonra da Kohlhammer Yayınevi’nden Jürgen Schneider ve Florian Specker’e yayıncılık deneyimlerini esirgemedikleri için.
Eldeki cildin tek tek her okur için Hıristiyanlık ve İslam’ın dinsel otoritesinin anlamına açıklık getirmesini dilerim!
Münih, 2013 ilkbaharı |
Eugen Biser Vakfı adına |
Prof. Dr. Martin Thurner |
This volume contains the articles presented at the third German-Turkish, intercultural and interreligious symposium held by the Eugen Biser Foundation and the Islamic-Theological Faculty of Ankara University (Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi). The symposium took place 16–17 May 2007 in Ankara. The symposia that preceded it were dedicated to the topics of ‘Human Dignity’ (Ankara 2005) and ‘The Relationship between Religion and State’ (Munich 2006). The shared interest of this series of conferences is to clarify, on the basis of scholarly methods, the religio-theological foundations and precedents that make the peaceful and fruitful cohabitation of Christians and Muslims possible. Accordingly, the selection of topics for the symposia is oriented around considerations of socio-political relevance; the treatment of the content involved, however, is strictly theological in nature.
The subject matter of ‘Authority and the Individual’ opens up a field that has its place not only in social coexistence (the relationship between state and citizen) but in religion as well (the relationship between God and His creation). There are also sweeping areas of interdependency between the two: on the one hand, religion plays a role in deciding the acceptance of worldly power relationships; and on the other hand, religious considerations frequently reflect, in part, notions of authority found in society (God as sovereign or as father). As this theme illustrates quite well, questions of human cohabitation can never be answered in complete isolation from religious precedent.
There can be no doubt that emergence and spread of the great monotheistic religions, with their conception of a world-transcendent God of creation and revelation, led to an epoch-making and lasting transformation in the worldly fabric of authority and the individual: political power structures and religious institutions alike could no longer lay claim to being divine in nature. The only absolute authority for humankind is God in the truth of His revelation. These religions thus had the enlightening effect of situating the human subject in his or her individual freedom. On the other hand, this reduction of absolute authority to the God of revelation alone always involves a danger of its own: secondary religious intermediaries elevate themselves as expressions of divine will, demand unconditional obedience and thereby jeopardise the freedom of the individual. A solution to this dilemma can only consist in making every religious claim to authority, without exception, subject to review and justification by human conscience and reason: obedience to authority thus becomes an individual insight into the truth of what is asked for.
The authors of this volume investigate how the logic of assignment of authority and individual presents itself in Christianity and Islam. In each case, the examination takes place at three levels: What do the texts of revelation say about it? How has this been reflected in the theological and philosophical traditions? What is the concrete practice of life like in the light of these principles? The answers to these questions take the common features and differences in the identity of these two religions and make them transparent, while at the same time opening up an avenue for mutual understanding.
We would like to thank all those who helped make the symposium, and its publication in book form, possible: thanks first of all to the professors of the Islamic-Theological Faculty in Ankara, and particularly to then-dean Prof. Dr. Mualla Selçuk for the invitation to the conference, the organisation and the generous hospitality during our stay there; thanks as well to all of the employees of the Eugen Biser Foundation, and especially to Dr. Melike Nihan Alpargın for editorial supervision of printing; and finally to the editors of Kohlhammer Publishers, Jürgen Schneider and Florian Specker, for their experienced editorial assistance.
May this volume reveal, for every individual reader, the meaning of religious authority in Christianity and Islam!
Munich, Spring 2013 |
On Behalf of the Eugen Biser Foundation Prof. Dr. Martin Thurner |
Peter Antes
Hıristiyanlık tarihi, insanın insandan daha fazla Tanrı’ya itaat etmesi gerektiğini gösterir. Bu erken Hıristiyanlık döneminde Roma İmparatorluğu ile olan sorunlarda geçerli olduğu gibi Hıristiyanlığın devlet dini olmasından sonra da geçerliliğini korumuştur. Bireysel özgürlük ve kişinin vicdanına uygun karar vermesi bu dönemde de devlet ve kilise ile olan dayanışmadan önce gelmektedir. Makale, Hıristiyanlık tarihinin her safhasından örneklerle bunun, uygulamada bazen tersî durum sözkonusu olsa bile, genel olarak geçerli olduğunu göstermektedir.
Hıristiyanlık tarihinin başlangıcından bu yana birey ve toplum arasında gerilim yaşanmaktadır.1 Bu gerek Hıristiyan olan bireyle Hıristiyan olmayan toplum arasındaki ilişkisi, gerekse Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlık devlet dini ilan edildikten sonra Hıristiyan bireyle, Hıristiyan devlet ve kilise toplumu arasındaki ilişkisi için geçerlidir.
Hıristiyan bireyin özgürlüğü ve Hıristiyan olmayan toplumun itaat talebinden kaynaklanan taraflar arasındaki ilk çatışma Kutsal Kitap’ta Elçilerin İşleri bölümünde aktarılmıştır. Elçiler, Kudüs’te bulunan Musevi kurumlarla anlaşmazlığa düşerler. Hıristiyanlar gerek başhahamın, gerek Musevi Yüksek Kurulu’nun kişisel inançlarını ilan etme yasağı talebine uymazlar. Elçilerin sözcüsü Petrus, itaate karşı gelen bu davranışı şu şekilde yorumlar: “İnsanlardan çok Tanrı’ya, sözüne itaat etmek gerekir” (Elçilerin İşleri 5,29).
Petrus’un verdiği bu yanıt temel anlamda Tanrı’ya olan itaatin kesinlikle ön planda olduğu anlamına gelir. Hiç bir devlet veya din kurumu bundan daha büyük bir saygı konusunda hak iddia edemez. Şüphe hâlinde bireyin özgürlüğü devlet ve dinî otoritelerin kurallarından önce gelir, itaat etmeme ardından somut yaptırımlar getirse bile.
Böyle bir şahsi özgürlüğün gerekliliği Hıristiyanlık inanışına göre her insanın yaptıklarından kişisel olarak ölümden sonra da sorumlu olduğu ve bu sorgulamanın ölümden sonraki kişisel ve toplumsal boyutta bir mahkemede olacağı gerçeğinden ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı yapılan hatalardan toplumsal bir kurtuluş yoktur. Her insan, kadın veya erkek, dünya hayatında yaptıklarından tamamen kendisi sorumludur. Fiillerine yön vermede – iyi olanı yapmak veya kötü olandan uzak durmak – ölçüt, insanın içindeki Tanrı’nın sesi olan vicdandır. En yüksek ilke bu vicdana uymaktır. Bu özellikle Hıristiyan olmayan, kendi dinî davranış kurallarından değişik kuralların norm olarak belirlendiği toplum içerisinde daha fazla geçerlidir. Eğer bu belirlenmiş kurallarla ve kendi vicdanın öznel yükümlülükleri arasında çelişki yaşanıyorsa, kendi inançlarından doğan davranış özgürlüğü tek ölçüt olarak geçerlidir. Böyle bir çelişki Hıristiyan toplum içerisinde de ortaya çıkabilir.
Axel Freiherr von Campenhausen çok faydalı bir makalesinde Roma İmparatorluğu’nda devlet ve din arasındaki ilişkilerin, Hıristiyanlığın devlet dini olarak ilanından sonra değişikliğe uğradığına dikkat çeker.2 Bu karara kadar Roma İmparatorluğu zamanında devlet sınırları arasında bulunan tüm dinler Roma imparatorunun emri altında olan ulusal veya millî inançlardı. Bu Musevilik için de geçerliydi. İlkelerinde evrensel geçerlilik hakkı iddia eden Hıristiyanlık’la ilk defa imparatorun ve devletin bile tabi olması gereken bir din ortaya çıktı. Böylelikle devlet ve din ilişkilerinde temel bir dönüşüm yaşandı. Bu sadece teoride değil, acı verici bir boyutta somut olarak da gerçekleşiyordu.
Dünyaca ünlü tarihsel bir olay bu konudaki temel dönüşüme örnek verilebilir: İmparator Theodosius’tan talep edilen ve onun da 390 yılında yaptığı ‘kilise tövbesi’. İmparator Theodosius Selanik’te gerçekleşen bir karkaşanın intikamını almak için suçsuz halk arasında inanılmaz bir katliam gerçekleştirmişti. Binlerce insan tiyatroya çekilerek tuzağa düşürülmüş ve orada öldürülmüştü. Bu katliam böylesi barbar cezalandırmaların alışılagelmiş olduğu bir devirde bile dehşet yaratmıştı. Milano’da bulunan başpiskopos Ambrosius (339–397), imparatoru kiliseden aforoz etmekle tehdit etmiş ve bunun üzerine imparator toplanan kilise cemaati önünde tövbe ederek suçunu kabul etmişti.
Böylelikle tüm dünyanın gözü önünde devletin başına buyruk ve sorumsuz davranamayacağı ve devlet hukukunun sınırlı olduğu gösterilmiştir. Tam aksine her ikisi de adaletin gereklerine uymak zorundadırlar. Aynı zamanda imparator da hesap vermek durumundadır ve Hıristiyan olduğu sürece kilisenin bir mensubudur ve kiliseye hükmedemez.
Bu tarihsel olayda da kalıcı olan bir şey kendini belli etmektedir: Hıristiyanlık’la o zamana kadar görülmemiş bir şekilde hukuk ve siyaset dünyasında insanın sorumluluğu ortaya çıkıyor. Her siyasal davranış, Tanrı, kişisel vicdanımız ve Hıristiyanlık’tan etkilenmiş olan devlet tarihi sonucu özgür hukuk devleti kurumları önünde bizleri hesap verme sorumluluğuna zorunlu tutar.3
Her türlü davranışın ahlaki sorumluluğu şahsın kendisinde olur. Şahıs bu kişisel sorumluluğundan devlete ve topluma karşı itaat zorunluluğuna dayanarak kurtulamaz. Bundan dolayı devletin verdiği emirlerin ahlaki yapılabilirliğini araştırmak her şahsın kendi görevidir ve bu emirler vicdanın hükmüne uygunluk göstermezlerse, şahıs onları reddedebilir.
Emirlere karşı olan kişisel ahlaki sorumluluğun boyutunun ne kadar büyük olduğunu 1945 yılından sonra Almanya çapında Nazi cinayetlerinde işbirliği yapanlara karşı yürütülen sayısız davalarda gözlemleyebiliriz. Suçluların devlete ve emir mevkilerine karşı olan itaat zorunluluklarını sebep göstermeleri, onları işledikleri insanlık dışı suçun kişisel sorumluluğundan kurtaramamıştır. Verilen bir emrin yerine getirilmemesinin hiç de nadir olmayan durumlarda olumsuz neticeler getirdiği bilmesine rağmen, yine de suçlular yaptıklarından sorumlu tutuldular.
Tüm bu açıklamalardan aldığımız netice şudur: Hıristiyan öğretisindeki ahlaki ilkerin kesinlikle ön plandadır, uygulanıp uygulanmamasının konu bile edilemez ve bu ilkeler mevcut her türlü itaat zorunluluğundan önce gelir. Birey özgürlüğü, toplumsal baskıdan, devlet ve hukuka karşı olan sadakatten önce gelir. Bu kişinin verilen emrî özgürlüğünü öne sürerek yerine getirmemesi durumunda ceza almayacağı anlamına gelmez, en kötü ihtimalde bu kişisel özgürlük ölüm cezası ile sonuçlanabilir. Birgün tarihe şehit olarak geçmek umudu çoğu zaman sadece zayıf bir teselliden ibarettir ve bu da böyle bir kahramanca davranışın temel motivasyonu olmaya yeterli değildir. Bu sebepten dolayı tarihe baktığımızda tutarlı bir tarzda emirleri reddeden kişilerin sayısı düşüktür. Bunun yerine sürü psikolojisiyle davrananların sayısı vicdani retçilere nazaran daha yaygın olmuştur.
Zikredilen son sorun, kuralları Hıristiyan ilkelerine uymayan devletleri konu alıyor. Bu demek oluyor ki, burada asıl sorun Hıristiyan devlet değil, Hıristiyan olmayan toplum düzeni içerisinde yaşayan Hıristiyanların davranışlarıdır. Elçilerin İşleri’nde de aktarılan “İnsanlardan çok Tanrı’nın sözüne itaat etmek gerek” (Elç. 5,29) sözünde yatan emri reddetmeyi haklı kılar gözüküyor.
Hıristiyanlık tarihi bizlere, kendilerini Hıristiyan devleti olarak kavrayan devletlerin – Tanrı’nın kanunları anlamında – Hıristiyan olmayan ve tanrısal düzeni göz ardı eden toplumlara dönüşebileceklerini göstermektedir. Belli ki hiç bir devlet böylesi değişimleri yaşamaktan güvencede değildir. Bundan dolayı tetikte olmak ve her davranışın, emir misali ya da kanun tarafından istense bile, ahlaki geçerliliğini kontrol etmek ve sadece vicdanı elverdiği vakit onu gerçekleştirmek, her Hıristiyan insanın zorunlu vazifesidir. O bakımdan Hıristiyan geleneğin temel vurgusu birey ve özgürlük üzerindedir. Bu iki ilke, toplum ve itaatten önce gelir. Hıristiyan gelenek bu gerçeğin sadece devlete karşı değil, Kilise’ye karşı da geçerli olduğunun dile getirilmesindedir.
Roma Katolik Kilisesi’nin vicdanı konu alan öğretisi, vicdanının sesini dinleyen her insanın Tanrı gözünde doğru davrandığını vurgular. Bu, vicdani kararların Kilise’nin emirlerine ters olması durumunda bile geçerliliğini korur. Bu durum somut olarak Hıristiyan geleneğinin çözümünü sadece kısmen ele aldığı bir problem ortaya çıkıyor: Kim ahlaki olarak doğru davranıyor? Kilise’nin yasalarını göz ardı ederek vicdanının sesini dinleyen mi, yoksa vicdanının sesini susturarak Kilise’nin yasalarını kabul eden mi?
Vicdanının sesi Kilise’nin doktrinlerine itaati reddetmeye yönlendirse bile, bu sesi dinleyen şahsın kişisel suç taşımadığı tartışmasızdır. Bu şahıs doğru ve öznel olarak iyi davranıyor. Tartışılan nokta, Kilise’nin kurallarına itaat etmeye devam edip de böylelikle öznel vicdanına nesnel itaatten dolayı karşı çıkan şahsın bu davranışının kötü davranış mı ya da böyle bir davranışı iyi olarak nitelemenin mümkün olup olmadığıdır. Bu noktada Hıristiyan geleneğinde kesin bir çözüm bulunamamıştır. Hıristiyanlık içerisinde ortaya çıkan böyle bir sorunun değerlendirilmesinde değişik görüşler bulunmaktadır.
Tomasçı Katolik görüş,4 kilise öğretisi ve vicdanın sunduğu öznel ahlaki tavır kuralları arasında esasında bir çelişki doğmayacağından yola çıkar. Çünkü Roma Katolik Kilisesi’nin öğretisine göre Kilise’nin ahlaki ilkeleri sadece Kutsal Kitap’ta belirtilen Tanrı’nın isteğine uygun değil, aynı zamanda insan aklının iyi olarak değerlendirdiği şeylerle de uygunluk gösterdiği için bunlardır ve başka türlü değildir. Akinolu Tomas’ın Kutsal Kitap ve Aristotelesçi ahlakın eşitlemesinde görüldüğü gibi, eğer Tanrı, “tüm iyiliğin kendisi” (summum bonum = tüm iyi olanın toplamı) ise, o zaman Tanrı sadece iyi olanı emreder ve bundan dolayı objektif olarak baktığımızda bunun yanısıra Tanrı tarafından verilen başka bir davranış şekli emri olamaz. Eğer dolayısıyla bir şahıs öznel bakıldığında bundan farklı olan bir tanrısal eylem görevlendirilmesinden yola çıkarak davranıyor ise, o zaman kişisel anlamda haklıdır ve bundan dolayı farklı tavrına rağmen suçsuzdur. Fakat bu olaya objektif olarak bakacak olursak, vicdan içerisinde duyulan Tanrı’nın sesi değil, aşılamaz bir yanılgan vicdan olabilir. Bu yanılgan vicdana kulak veren, Tanrı önünde suçlu değildir, fakat bu sese kulak vermeyen ve Kilise’nin kurallarına uyan kişi de aynı zamanda suçlu değildir, çünkü kilise kurallarına uymak Tanrı’nın arzusuna uymak demektir ve bu iyi davranmanın güvencesidir.
Hıristiyanlığın diğer akımlarında ve bazı Protestantizm okullarında Tanrı’nın buyrukları ve felsefiiyi tavır kavramının eşit tutulması her koşul altında zorunlu değildir. Duruma böyle bir açıdan baktığımızda, Tanrı’nın normalinde en yüksek ilke olarak belirlediği buyruğunun insani vicdanda bulunduğu ortama bağlı bir şekilde (duruma bağlı ahlak) farklı algılanması mümkündür. Bu sebepten dolayı yanılgan vicdan durumunu göz ardı edemeyiz, fakat bu unsur Hıristiyan kilisenin prensipleri ve şahıs kişisel davranış sorumluluğu çelişki içerisinde kaldığı her anda kullanılmamalıdır. Kilise’nin kurallarının doğrultusunda ya da kişisel vicdanının doğrultusunda hareket eden insanın mı iyi davrandığı duruma bağlı ahlak temsilcileri tarafından hâlen açıkça çözülememiştir.
Vicdanda Kilise’nin resmî öğretisi ile uyuşmayan bir tavır buyruğunun değişik değerlendirilmelerine rağmen Hıristiyan gelenek, her zaman kişinin şahsi vicdan kararına değer vermiş ve bunun Kilise’ye itaatten önce geldiğini savunmuştur.
Yukarıdaki açıklamalar, Hıristiyan geleneğinin başlangıcından beri bireyin ve onun topluma ve itaate karşı davranış özgürlüğünün belirgin bir şekilde vurgulandığının kanıtlanabileceğini gösterir. Eğer Hıristiyanlık, Hıristiyan olmayan bir toplum içerisinde mesajını duyurmaya çalışıyorsa, geçerli olan “İnsanlardan çok Tanrı’nın sözüne itaat etmek gerek.” doğrultusudur. Bu hem Hıristiyan devlet ve hem de Hıristiyan kilisesine karşı da böyledir. Tüm bu konumlarda kişisel özgürlük, topluma, ona karşı olan itaate ve her türlüsüyle toplumsal zorunluluklara karşı öncelik taşır. Bunun tehlikesiz olmadığını Hıristiyanlık tarihinde bilinen şehit sayısına baktığımzda görebiliriz. Şehitlerin gelenek sayesinde yükseltilmeleri, onların girişimlerinin olumlu anlamda algılandığını kanıtlar ve ne olursa olsun çoğu zaman tarihe geri baktığımızda onların yaptıkları, bulundukları topluma karşı gösterdikleri yetersiz dayanışma olarak olumsuz algılanarak eleştirilmez. Hiç kimse yaptıklarını diğerlerini ya da toplumu sebep göstererek haklı çıkaramaz, her insan yaptıklarını tümünden yalnızca kendisi Tanrı önünde sorumludur. Hıristiyanlığın tarihindeki en muhteşem belirtisi, belki de bireye tanıklığı ile topluma ve toplumun itaatine karşı özgürlüğe tanıklığıdır.
1 Krş. Antes, Peter, “Avrupa Düşünce Geleneğinde Birey, Toplum ve Otorite”, Ankara Almanya Büyükelçİlİǧİ Yayini, Alman ve Türk İşbirliliğinde Müslümanlık ve Avrupa Konusu III. Din ve Gelenek: Modern Sivil Toplumları Belirleyici Faktörler, Ankara 2004, ss. 33–35.
2 Krş. Freİherr von Campenhausen, Axel, “Christentum und Recht”, bkz. Antes, Peter (yay.), Christentum und europäische Kultur. Eine Geschichte und ihre Gegenwart, Freiburg/Basel/Viyana 2002, ss. 96–115.
3 Krş. von Campenhausen, a. g. e., s. 97 vd.
4 Akinolu Tomas’ın felsefesi Katolik Kilisesi’nin resmî felsefesi olarak kabul edilmiştir (çvr. ek notu).
Ahmet Akbulut
Tanrı’nın insanlarla olan ilişkisi, yeryüzündeki yaratmış olduğu tüm varlıklarla kıyaslandığında, çok özel bir yere sahiptir. Burada her iki varlığa dair anlayışın açıklanması gerekir. Tanrı’nın varlığına ilişkin tasarım ontolojik ve kognitif temele dayanırken; insan bir yandan yaratılmış olan evrenin bir parçasıdır, diğer yandansa aklı yardımıyla iyi ile kötü arasında ayırım yapma yeteneğine sahip özgür iradeli özerk bir bireydir. Kur’an’a göre dünya Tanrı’nın birliği temeli üzerine kurulmuştur ve bunun sonucu olarak da kendisiyle uyum içindedir ve kusursuzdur. Bununla birlikte kötünün varlığı buna bir çelişki oluşturmaz; çünkü insanın bu iki yoldan birini seçebileceği yollu irade özgürlüğünün bir ürünüdür. Ne var ki, bireyin – ister yaratılış sürecinden kaynaklanan varoluşsal bir ilişki temelli, ya da vahiy yardımıyla olsun – Tanrı ile iletişimi ve de onunla arada bir aracı olmaksızın dolaysız ilişkisi, insanları kendi aralarında da daha iyi davranmalarına sevk etmektedir. Tanrı ile kurulan kişisel huzur, insanı cemaat içinde de barışçıl bir yaşama ulaştırır.
Allah-birey ilişkisinin anlaşılması için bu ilişkinin her iki yanındaki varlıkları ayrı ayrı tanımak gerekir. Söz konusu ilişkinin bir yanında insan, diğer yanında da Allah vardır.5 Bu ilişkinin doğru şekilde temellendirilmesi, Allah’ı ve bireyi nasıl anladığımıza ve tanımladığımıza bağlıdır.
Kur’an’ın ortaya koyduğu dünya görüşü, Allah’ın varlığı ve birliğine dayanır. Bu ilke İhlas Suresi’nde şöyle özetlenmiştir: “Ey Muhammed! De ki: O Allah’tır; tektir. Allah, doğurmamış, doğmamış olan, hiçbir dengi bulunmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şey kendisine muhtaç olandır.”6 Allah konusundaki tasarımlarımızın biri varlıksal, diğeri bilişsel olmak üzere iki temeli vardır. Varlıksal temel yaratma kavramı ile bilişsel temel ise vahiy kavramı ile açıklanabilir. Tanrı, varlığı yoktan yaratmış ve kendisini yarattıkları yoluyla ortaya koymayı tercih etmiştir.7 Evren, bizi Mutlak Varlık’a götüren belgeler ve simgelerle doludur.
Aslında varlık, Tanrı’nın ilminin sonucu değil, O’nun kudret, irade ve yaratmasının sonucudur.8 Allah ile diğer varlıklar arasındaki ilişki, parça bütün ilişkisi değil, bir yaratan yaratılan ilişkisidir. Yani varlık, Tanrı’nın bir parçası değil, O’nun bir eseridir. Evren, Allah’ın varlık delillerini içinde bulundurmaktadır. Doğrusu Tanrı, hakkında bilgiler elde edeceğimiz ve bilgileri de test edebileceğimiz bir nesne değildir.9
Varlıktan hareketle Allah’a ulaşma yöntemi Kur’an’dan da destek bulmaktadır. O, doğadaki olayların arkasındaki gücün insan tarafından bilinmesini istemektedir.10 Yaratılanlar, bizi Allah’a götüren ayetler, yani belgelerdir.11
Alemde her şeyin olup bitmemiş olması, Yüce Allah’ın yarattığı varlıklarla ilişkisinin sürdüğü anlamına gelmektedir. Tanrı, evreni ve içindekileri yarattıktan sonra bir kenara çekilmemiştir. Yani Allah ile yarattığı varlıklar arasındaki ilişki devam etmektedir. “Göklerde ve yerde ne varsa her şeyi O’ndan isterler. O, her an bir iş yapmaktadır”12 çünkü “O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi’dir”13. Görülüyor ki, Yaratıcı, sadece yaratan değil, yarattıklarını gözetleyen, onlara rahmet ve merhamet edendir.14
“Tanrı vahiy ve yaratmasıyla bizimle konuşmakta ve bize kendini açmaktadır.”15 Bu durumda insan, Tanrı’nın iki kitabı ile karşı karşıya gelmektedir. Bunlardan biri kâinat kitabı, diğeri ise Tanrı’nın elçileri aracılığı ile gönderdiği sözlü mesajlardır. Allah hakkında bilgi elde etmek için bu iki kitaba başvurmamız lazımdır. Tanrı’nın sözlü mesajlarını Kur’an-ı Kerim’in içerdiğini söyleyebiliriz. Çünkü Kur’an kendinden önceki kitapları tasdik ve tashih etmektedir.16 Bu nedenle Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği bütün sözlü vahiylerin özünü içerir.17
Yüce Allah’ın evreni yaratması ve evrende bir düzenin olması, O’nun aşkınlığını ve her şeye kadir olduğunu gösterir. Bu nedenle O, başka hiçbir varlığa benzemeyen ve kendine özgü bir varlıktır. Allah, evreni hem yaratan, hem düzene sokan, hem amacını belirleyen, hem de anlamlı kılan varlıktır. O, her varlığı var eden ve devam ettirendir. Evren, kendisi için saptanan hedefe doğru hareket etmektedir. Çünkü “Tanrı her şeyin ölçüsünü koydu ve hedefini gösterdi”18.
Evrenin varlığı, hem Allah’ın gücünü hem de merhametini gösterir. O’nun varlıklara karşı şefkat ve merhameti ise evrendeki içkinliğini ortaya koyar. Tanrı’nın içkinliği, her varlık çeşidinin içine, o varlığın uyacağı yasayı yerleştirmesidir. Biz buna takdir de diyoruz.19 Genelde evren, özelde ise evrendeki her varlık Allah’ın varlığına ve birliğine dair deliller sunan birer varlık alanıdır.20
Kur’an’a göre evrenin temelinde tevhid vardır. Varlık, tek bir güç tarafından yaratılmıştır. Bu nedenle fiziksel varlık alanında bir kötülük ve uygunsuzluk yoktur.21 Kur’an evrendeki düzen ve uyumun gerekçesi olarak Tanrı’nın varlığını ve birliğini gösterir. O’na göre, “Eğer yerde ve göklerde Allah’tan başka tanrılar olsaydı ikisi de bozulurdu”22.
Tevhide dayalı bir evren gösterimi düşünce biçimimizi de belirlemektedir. Yüce Allah, cinleri ve insanları iyiliği ve kötülüğü yapabilecek nitelikte yarattı. Bu nedenle kötülük, özgürlüğün bir gereğidir. İnsan için kötü olan, varlık için kötü değildir. İyilik ve kötülük insan davranışlarının ölçütleridir. Görülüyor ki kötülük, Tanrı’nın var olması ile ilgili değil, iradeli varlık olan insanın özgür olmasıyla ilgilidir. Bu nedenle kötülüğün imkânı ile kötülüğün varlığını karıştırmamak gerekir.
Diğer önemli bir konuya daha değinmek lazımdır: Evreni Yüce Allah’ın kudreti, iradesi ile yoktan yarattığı yolundaki görüş, evrenin kendiliğinden var olduğu yönündeki görüşten daha anlamlı ve daha tutarlıdır. Bu nedenle akıl, Tanrı’dan kaçışı değil, Tanrı’ya doğru yönelişi gerektirmektedir.23
Özetle Kur’an’ın Tanrı’sının nitelikleri şunlardır: Allah birdir, yaratmada ve dilediğini yapmada eşi ve benzeri yoktur. Varlığı kendinden olup zamanla sınırlı değildir. Onun varlığının bir başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Olmadığı bir zaman düşünülemez. Var olan her şey onun yaratması ile var olmuştur. O, yaratılan hiçbir şeye benzemez. Allah’ın her şeye gücü yeter ve O’na hiçbir şey engel olamaz. İnsanları sevdiğinden dolayı elçileri aracılığıyla insanlara mesajlar göndererek, onlara doğru yolu gösterir.24
Allah, zat olarak görülemez, kavranamaz. Ancak O, sıfatları, isimleri ve eylemleri ile tanınan ve bilinen bir varlıktır. Tanrı’nın zat olarak görülememesinin ya da kendini gizlemesinin nedeni ise insanın tam özgür olmasını sağlamak olsa gerektir. Doğrusu, Tanrı zat olarak görülmüş olsaydı, insan özgür olamazdı.
Allah-insan ilişkisinin doğru bir biçimde temellendirilmesinde insanı nasıl anlamlandırdığımız ve tanımladığımız da önemlidir. Var olması açısından evrenin bir parçası olan insan, evrende ayrıcalıklı bir varlıktır. Kur’an, Tanrı’nın insan hakkındaki planına yer vermektedir. Bu plan iki temele dayanır. Bunlardan biri insanın fiziksel olarak var edilmesi, diğeri ise bu varlığın ahlaki olarak insanlığını gerçekleştirebilecek niteliklerle donatılmasıdır.25
Yüce Allah, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’i topraktan yarattı.26 Kur’an Âdem’in yaratılmasına Tanrı’nın özen gösterdiğini hatırlatmaktadır.27 Ayrıca, Tanrı’nın insana kendi ruhundan üflediğini de bildirmektedir.28 Tanrı’nın insana ruhundan üflemesi, insana can vermesi ve insana kendiliğinden hareket etme yeteneğini kazandırması demektir. İnsan otonom bir varlıktır. Başka bir ifade ile yapıp ettiklerini kendisi belirlemektedir. Tanrı, kendi ruhundan bir parçayı insana vermiş değildir. İnsan, tanrısal bir unsur taşımamaktadır.
Yüce Allah insan gibi bir varlığı yarattığından dolayı, meleklerden ve İblis’ten Allah’a secde etmelerini istedi. Melekler secde etti fakat İblis secde etmedi. Bu isyanından dolayı İblis, Allah’ın huzurundan kovuldu. Bunun üzerine İblis, insanoğlunu yoldan çıkarmak için Allah’tan izin istedi. Bu izin de kendisine verildi.29 Bundan sonra Şeytan, insanoğlunun düşmanı oldu.30 Görülüyor ki, Şeytan Allah karşıtı bir güç değil, insan karşıtı bir güçtür. İnsan yüzünden Allah’a isyan etmiştir. Bu nedenle onun sorunu insandır.
Yüce Allah, Âdem’i yarattığı nesneden eşini de yarattığını belirtmiştir.31 Erkek ve kadının aynı nesneden yaratıldığı vurgulanmıştır. Bu nedenle kültürümüzde yer alan, Havva’nın, Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığı yolundaki görüş bir efsaneden öte bir anlam taşımamaktadır. Âdem ve Havva’nın yaratılmasından sonra, insan soyu kadın ve erkeğin birlikteliği ile devam etmektedir.32 İnsanın yapısına insana özgü yetenekler yerleştirilmiştir. Bu yeteneklerin başında ise hidayet-i amme dediğimiz akıl gelmektedir.
Yüce Allah’ın insanla iki yolla iletişim kurduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan biri varlıksal ilişki, yani yaratma yoluyla kurulan ilişkidir. Kur’an’da bu ilişkiye de birçok atıflar yapılmıştır.33 Varlık anlamında insan, evrende bulunan diğer varlıklardan bağımsız değildir. Bu anlamda da evrenin bir parçasıdır. Zaten Allah, göklerdekileri ve yerdekileri insanın hizmetine verdiğini bildirmektedir.34 Diğeri ise Yüce Allah’ın zaman zaman insanların arasından seçtiği elçileri yoluyla insanlara sözlü mesajlarını iletmesidir. Biz Yüce Allah’ın elçi ve kitap göndermesine de hidayet-i hasse diyoruz.
Allah-insan ilişkisi bağlamında üzerinde durulması gereken asıl konu sözlü mesaj alanındaki ilişkidir.35 Ahlaki ilişki olarak niteleyebileceğimiz bu ilişkinin ne zaman başladığını bilmek de önemlidir. Allah-insan ilişkisinin tarihine baktığımızda, bu ilişkinin misak ile başladığını, insanın yaratılması ile eyleme dönüştüğünü, peygamberlerin ve kitapların gönderilmesiyle de geliştiğini görmekteyiz.
Kur’an’ın da kendisine atıfta bulunduğu söz konusu ilişkinin başlangıcını temsil eden misak, dinsel düşüncede önemli bir konuma sahiptir. Tanrı, insanların modelleri ile daha insan yaratılmadan önce, kendisinin Rablığını tanıyıp kabul edecekleri yolunda sözleşme yaptığını bildirmiştir.36 Burada Tanrı’nın, mecâzi bir yolla anlatmak istediği şey, mahiyeti itibari ile her bir birey için sezme algılama yeteneğinin insanın yaratılışında var olduğudur. Bu nedenle evet cevabı var oluşsal bir ifadededir.37 Allah insan cinsine vekâleten, onun adına bir sözleşme yaptığını hatırlatmaktadır. Yani yaratmasını değiştirmeyeceğini ve muhatabı olan her insanı bu nitelikte yarattığını belirtmektedir. İnsanın doğasında bulunan Allah’ı tanıma ve Rab olarak kabullenme yeteneğine din dilinde fıtrat denir.38 Bu yüzden Allah’ı inkâr eden kimse, kendi yaratılışında bulunan niteliklere aykırı hareket etmiş olmaktadır.
Vekâlet ve risalet kavramları Tanrı-insan ilişkisinde çok önemli iki kavramdır. Vekâlet etmek, birinin yerine bakmak, görevini üstlenmek demektir. Başkasının yerine bakana ve başkasının görevini üstlenene de vekil denir.39 Birini kendine vekil seçene de müvekkil denir.40 Tanrı, insanın vekili41 olduğu hâlde insan, Tanrı’nın vekili değildir. Çünkü Tanrı, insan adına karar vermiş ve insanı yaratıp yeryüzünde görevlendirmiştir. Aslında O, her şeyin vekilidir.42 Zaten vekil olarak da Allah yetmektedir.43 Bu nedenle her bir birey44 Tanrı adına değil, kendi adına görevini yerine getirmektedir.
Elçilik, iki taraf arasında uzlaştırma görevi yapmaktır. Elçi ise bir uzlaşma sağlamak için birinin yanına gönderilene veya bir kimseden başka bir kimseye herhangi bir haber ulaştırana denir.45 Elçinin Arapçası ise resûldür. Yüce Allah, Kur’an’da Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu fakat vekili olmadığını sıkça vurgulamıştır.46 Yani elçinin Tanrı adına konuşması söz konusu olmadığı gibi, Allah’ın insanlara gönderdiği mesajında da bir eksiltme ve ekleme yapması söz konusu değildir.47
Vekâlette sorunu vekil çözer. Risalette ise sorunu mesaj çözer. Elçinin görevi sadece tebliğdir.48 Bu elçilik görevi iyi anlaşılmadığından olsa gerek peygamberlerin dindeki konumu karıştırılmıştır. Mesajın taşıyıcısı durumunda olan elçiler, mesajın sahibi olmuşlardır. Müslüman geleneğinde elçi, Kur’an’a rağmen, ayrı bir mesaj kaynağı niteliği kazanmıştır. Bu ikircikli yapı çözülmesi gereken önemli bir sorun olarak önümüzde durmaktadır.
Tanrı’nın insanla sözlü iletişimi ilk insan ve ilk elçi Hz. Âdem ile başlamıştır. Âdem’in bilme yeteneğinin denenmesinden49 sonra, Yüce Allah “Ey Âdem, eşin ve sen cennete yerleşin orada olanlardan istediğiniz yerden bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursunuz.”50 buyurdu. Şeytan “Rabbinizin, sizi bu ağaçtan menetmesi melek olmanızı veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir”51 diyerek Âdem ve eşini yanılttı. Hz. Âdem, cennette temelli kalmak veya melek olmak umuduyla yasak ağacın meyvesinden yedi. Yani onun bu iyi niyetli davranışı, Tanrı’ya isyan etmiş olması52 sonucunu doğurdu. Böylece ilk günahı ilk insan işlemiş oldu. Hatalarını anlayınca Âdem ve eşi tövbe ettiler. Yüce Allah onların tövbelerini kabul etti ve bağışladı.53
Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışı ile ilgili bilgiler arasında doğrular ve yanlışlar bulunmaktadır. O, yasak meyveden yemeseydi, dünyaya gönderilmeyecekti şeklinde bir yanlış anlayış vardır. Hâlbuki Âdem, cennette temelli kalmak için hata işledi. Yani dünyaya gönderilmesi günah işlemesinin sonucu değil, günah işlemesinin nedeni dünyaya gönderilecek olmasıdır.54
İnsanın yeryüzü serüveninin söz konusu günahı işlemiş olması sonucunda başlamış olması farklı yorumlara neden olmuştur. Bu günahı sadece Âdem ve eşi değil, tüm insan neslinin işlediği yolundaki inanç, insanın yaratılması ile ilgili sorunlar ortaya çıkardı. Her bir insanın dünya yaşamına olumsuz bir noktadan başlaması ve işlemediği bir günahtan kurtulması için uğraşması gerektiği yolundaki kanaat, Kurtuluş Teolojisi’nin de temelini oluşturmaktadır.
Bireyin doğuştan günahkâr olması, günahı bireyin davranışlarının ahlaki bir sonucu olmaktan çıkartıp, yaratmanın bir parçası durumuna getirmektedir. Bu durumda Tanrı yaratıcı mı kurtarıcı mı sorusunun yanıtını aramamız gerekir. Eğer Tanrı’yı hem yaratıcı, hem de kurtarıcı görürsek, kurtarılması gereken varlığın yaratılması, yaratmayı sorunlu, en azından yetersiz kılar. İnsanın yaratılmasının kusursuz olduğunu55 düşündüğümüzden Allah’ın insanı kurtardığını değil de, O’nun insana yardım ettiğini söyleyebiliriz. Yüce Allah, insanın hidayetini ister. İnsana yol gösterir ve yardım eder. Bizzat onları kurtarmaz. Çünkü kurtarıcılıkta bireyin iradesi, özgürlüğü işlevsiz hâle gelir.
Kur’an’a göre, insan doğuştan bir çıkmazda değildir. Onun yaratılışı yansızdır.56 Bu nedenle insan yaşama eksiden başlamaz. Aslında insanın başarısı, yeryüzünde ahlaki olgunluğu yakalaması ve birey olarak bizzat davranışları sonucu kendini gerçekleştirmesidir. Bu olgunluğa ulaşmak için insanın negatif bir noktadan başlamasının anlamlı, uyumlu ve tutarlı bir açıklamasının yapılması mümkün gözükmemektedir. Doğrusu insan kurtarılması gereken bir varlık değil, yol gösterilmesi ve yardım edilmesi gereken bir varlıktır. Bu nedenle Yüce Allah, ona elçi ve sözlü mesaj göndererek yol göstermiştir. Bu anlamda Kur’an insanlığa bir öğüttür, bir rehberdir.57 Görülüyor ki Tanrı, insanı çukurdan çıkarmak için değil, insanın çukura düşmemesi için ona öğütte bulunmaktadır. İnsanın var oluş nedenini, ancak onu var eden belirler. Bu da Tanrı’nın iradesidir. Bu konu bize bildirilen mesajlarda yer almıştır. Kur’an’a göre insanın var oluş nedeni, insanın dünya yaşamında sınanmasıdır.58
Allah-insan ilişkisinin birinci aşaması insanın yaratılması, ikinci aşaması ise Tanrı’nın insanlardan seçtiği elçileri aracılığı ile insanlarla diyaloğa girmesi ve onlara yardım etmesidir. Allah’ın yaratması varlığı sevmesindendir. Tanrı’nın varlığın içinde insana özel bir konum vermesi59 onu daha çok sevdiği anlamına gelmektedir.60 Doğrusu Allah’ın âlemi planlayıp yaratması ile insanoğlunu planlayıp yaratması farklı şeylerdir. Çünkü evren mekanik Müslüman olmasına karşın61 insan ancak kendi isteği ile yani iradi Müslüman olma olanağına sahiptir. Bu yüzden insanlara Yüce Allah’tan mesaj gelmesi, O’nun insanları sevmesinin bir sonucudur.
Tanrı’nın insanoğlundan istediği Rab olarak yalnız âlemlerin Rabbi’ni tanımasıdır.62 Çünkü “O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.”63 Allah’tan başkasını Rab edinmek insana yakışmaz.64 Zaten insan Allah’tan başka bir dost da bulamaz.65 Tanrı ile birey arasındaki bu karşılıklı ilişkinin adı ise dostluktur.66
Allah’a dost olmak ve O’nunla dost kalmak her bir birey için çok önemli olsa gerektir. Bir insanın Allah’ın dostu olmasının başka bir insana yararı yoktur. Çünkü her bir bireyin Tanrı’yla ilişkisi kişisel niteliktedir ve kişiye özeldir. O, her insana şah damarından daha yakındır.67 Allah’a güvenene de yardım etmektedir.68 Allah’ı unutanı Allah da unutmaktadır.69 Yüce Allah, insana boş yere yaratılmadığını70 anımsatmakta ve ondan doğrudan Tanrı’nın karşısında durduğunu hissetmesini istemektedir. Tanrı ile insan karşı karşıyadır. Birey ile Tanrı arasına başka bir varlık giremez. Birey ile Allah arasına giren her varlığa ise put denir.
Kur’an’ın asıl amacı, bireyin Allah ile doğrudan ilişkiye girmesini öğütlemek olsa gerektir. Yüce Allah, hiçbir kulunun hesabının görülmesini başka bir varlığa vermemiştir. O, kulunun onurunu korumuştur. Bireyden de hem kendi onurunu hem de Allah’ın onurunu korumasını istedi.71 Ayrıca “onurun Allah’ın, elçisinin ve inananların”72 olduğunu hatırlattı.73
Bireyin Allah ile ilişkisinin şekli, bireyin diğer insanlarla ve varlıklarda ilişkisinin biçimini de belirler. Allah ile kurulan doğru ilişki topluma barış olarak yansıyacaktır. Bu ilişkinin doğruluğu çok önemlidir. Çünkü Allah ile dolaylı kurulan ilişki ne kadar çatışmacı bir kişilik74 doğuruyorsa, O’nunla doğrudan kurulan ilişki de insana o kadar barışçı bir kişilik kazandırır.
Allah-insan ilişkisinin temeli barıştır. Yani insanın Allah’a teslim olmasıdır.75 O’nun güzel isimlerinden76 biri de Selam yani barıştır. O’nun insanlara önerisi ise “hep birden barışa”77 girmeleridir. Allah’ın rızasını kazanmak için verilen uğraş da bizi barış yoluna eriştirmektedir.78 Tanrı, insan için barış yurdu hazırlamıştır.79 Ve insanları barışa çağırır.80 Görülüyor ki, Allah ile barışık olan birey, diğer insanlarla da, barış içinde olacaktır. Bu nedenle Tanrı-insan ilişkisinde Kur’an’ın önerdiği yöntem, Allah ile bireyin aracı olmaksızın karşılaşmasıdır.
Yüce Allah’ın önerileri bireyle sınırlıdır. O’nun muhatabı her bir bireydir. Zaten Tanrı’nın huzurunda insanlar tek millettir. Allah’ın kulları arasında ayrım yapmaya, insanların hakkı ve yetkisi yoktur. İnsanların bir kısmının diğerlerinden üstün olduğu yolundaki iddialar kabul edilemez. Seçilmiş kavim ve ırk anlayışı Kur’an’ın getirdiği dünya görüşüne yabancıdır.81 İnsanların tek bir atadan üremiş olmaları olgusuna da aykırıdır.82 O, insanlar arasındaki üstünlüğü bir cinse, kavme ve ırka mensup olmaya değil, bireysel davranışlara bağlar.83
Kur’an’ın, kâfir, müşrik, putperest, Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik eleştirileri, bu inanç gruplarının düşünmelerine ve doğruyu bulmalarına yardım etmek içindir. Kur’an, kendisini şöyle tanımlamaktadır: “Bu Kur’an kendisi ile uyarılsınlar, tek bir Tanrı bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara gönderilen bir bildiridir.”84 Görülüyor ki, Tanrı’nın muhatabı iman sahipleri değil, akıl sahipleridir. O’nun eleştirileri yanlış imanlara yöneliktir. Müslüman kulların Müslüman olmayan kullara düşmanlık beslemeye hakları yoktur. İnsanlara özgürlüğü Yüce Allah vermiştir.85 İsteyen doğruya, isteyen yanlışa inanır.86 Tüm insanlar Rahman’ın kullarıdır.87 Yüce Allah, Hz. Muhammed’in putperestlere beddua etmesini eleştirmiş88 ve elçilik görevinin, insanlara sadece Allah’ın mesajlarını iletmekten ibaret olduğunu hatırlatmıştır.89
Kur’an, İslam’ın dışındaki dinlerin tekelci tutumlarını kabul etmez.90 Kendilerinden başka kimsenin cennete giremeyeceğini ileri sürenlere karşı, hidayetin belli bir toplumun tekelinde olmadığını, bireysel davranışı esas alarak, “inananlar, Yahudi olanlar, Sabiiler ve Hıristiyanlardan, Allah’a ve ahiret gününe inanan ve de yararlı iş yapan kimselere korku yoktur.”91 buyurmaktadır. Doğrusu O, dinlerin mensupları arasında hayırda yarış istemektedir.92
Yüce Allah kullarını sevdiğinden, kullarından da Allah’ı sevmelerini istemektedir.93 O’nun isimlerinden biri de Vedûd ’dur. Bu, kullarını seven ve bu sevgiyi de gönüllere koyan, kendisi de sevilmeye en layık olan anlamına gelir.94 Yüce Allah, erkek ile kadın arasındaki sevgiyi var etmesini de varlığının belgelerinden biri olarak bildirmiştir.95 Bireyin, Tanrı’ya ulaşmada en önemli yolunun sevgi yolu, yani müsemma yolu olduğu bilinmektedir.
Yüce Allah zat olarak aşkındır. Bizim çok ötemizdedir, kavranamaz, mahiyeti düşünülemez. Bu nedenle gizlidir. Sıfatları, adları ve eylemleri açısından ise apaçıktır. Tanrı’nın varlığı ile insanın varlığı arasında ölçülemez bir aralığın olması, söz konusu iki varlık alanlarının ilişkilerinde yanlış yargıların doğmasına da neden olmaktadır. İnsan tarafından kaynaklanan bu yanlış yargıların düzeltilmesi için, insan aklının devreye girmesi gerekir.
Tanrı’nın insana en büyük iyiliği, ona akletme gücünü vermesidir. Kur’an insandan, aklını kullanmasını istemektedir.96 Aklını kullanmayanları ise şiddetle kınamaktadır.97 O, akla ve tefekküre dayanan bir imanı önermektedir. Çünkü doğruya iman, şansa bırakılmayacak kadar önemlidir. Aslında Tanrı ile iletişimde eksikliğimiz iman eksikliği değil, bilgi eksikliğidir.98 Allah için kullandığımız isim, sıfat ve fiillerin uygunluğunu ancak insan aklı ölçebilir. Yüce Allah, kulları ile sürekli ilişki ve iletişim içindedir. O, kullarının kendisinden istediklerine icabet etmektedir99 ve insanlara çok yakındır.100
Allah, insanları var eden, yetiştiren, besleyen, koruyan, gözetleyen, denetleyendir. İnsanı yeryüzüne egemen kılmıştır. Bütün evreni onun hizmetine vermiştir.101 İnsanı da en güzel şekilde yaratmıştır.102 Buna karşılık insandan Allah ile barış içerisinde olmasını, O’nun dostluğunu103 ve sevgisini kazanmasını istemektedir. Sözlerimi Yüce Allah’ın şu çağrısı ile bitirmek istiyorum:
[…] Ey geçmiş vahyin izleyicileri! 104 Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye gelin: Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O’ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rabler edinmeyeceğiz. 105