cover.jpg

Kapak: Nuh Ateş

Editör: Ulaş Boz

 

 

 

 

 

 

Susmak Ölmektir!

Selim Çürükkaya

 

 

 

 

 

 

 

img1.jpg

 

 

 

 

 

 

Impressum:

© 2015 Selim Çürükkaya

Druck und Verlag: epubli GmbH, Berlin, www.epubli.de

Printed in Germany

Bibliografische Information der Deutschen Nationalbibliothek

Die Deutsche Nationalbibliothek verzeichnet diese Publikation in der Deutschen Nationalbibliografie; detaillierte bibliografische Daten sind im Internet über;

http://dnb.d-nb.de abrufbar.

 

 

SUSMAK ÖLMEKTIR!

Yeni yazdığım kitaba bir isim arıyordum. Gece uyumadan önce düşünüyordum.  “Susmak” kelimesi üzerinde yoğunlaşıyordum.

 Dalmışım…

 Kendimi bir bahçede buldum. Hava sıcaktı; çiçekler açmış, kuşlar ötüyordu.

 Kocaman bir söğüt ağacının gölgesinde yedi kişi, yuvarlak bir masanın etrafında oturmuş, şarap eşliğinde sohbet edip kahkahalarla gülüyorlardı. Ürkek adımlarla yanlarına vardım, “merhaba” deyip bir sandelyeye oturdum. Masanın üzerindeki boş kadehe benim için şarap dolduran şişmancası, “Ben Napolyon Bonapart” dedi. Ben de adımı söyledim. Yakınımda outranı gülümseyerek, “Ben de Brcks” dedi. Karşımdaki genç ve güleryüzlü adam, “Ben de Garcia Lorca” diye tebessüm etti. Sakallı olanı en az seksen yaşlarındaydı, “Ben Eflatun” dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Onun yanındaki beyaz sakallı, uzun saçlı olanı, “Bendeniz Albert Einstein” diyerek kendini takdim etti. Gözüm onun bitişiğinde oturana kaydı, “Fyodor Mihayloviç Dostoyevski ben de”. En sonuncusu, hayli yaşlı olanı “Epicuros” deyince, memnun olduğumu belirttim.

 Beyefendiler, hepinizi yakından tanırım, biriniz hariç! Sizleri bir arada rüyamda görseydim inanmazdım. Ben susmak üzerine düşünürken uyuyakalmışım, sanki bir güç beni buraya ışınladı. Aranızda sayın Einstein da olduğuna göre, her biriniz bir çağdan buraya ışınlanmış gibisiniz. Sizleri bulmuşken “susmak” üzerine fikirlerinizi almak istiyorum, deyince; 52 Yaşındaki Napolyon asker yumruğunu masaya vurarak suskunluğunu bozdu: “Suskunluğumdan dolayı kimse kabahatli değildir. En büyük düşmanım, yine ben idim.” dedi, sustu. Tanımadığım Brcks’e baktım: “Beni kötülerin zulmü değil, iyilerin sessizliği korkutuyor.” Genç şair Lorca´ya, sen ne düşünüyorsun, dedim. İçiniz kor gibi yanarken susmak, acıların en beteridir,” dedi gözlerimin içine bakarak. Seksenine merdiven dayamasına rağmen hâlâ atletik yapılı ve geniş omuzlu olan Eflâtun dedeye kulak kesildim: “Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar çirkindir.” dedi, Einstein’e göz kırptı. Einstein sabırsızlıkla sıranın kendisi ne gelmesini bekliyordu. Kelimelerini alçak sesle ama tane tane söyledi: “Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer, kötülük yapanlar yüzünden değil, durup seyreden ve ses çıkarmayanlar yüzünden.” 71 yaşındaki Epikurus, kadehinden bir yudum aldı, biraz daldı, sesini hepimizin duyabileceği bir tona ayarladı: “Susmak, kendine güvenmeyenin başvurduğu en emin çaredir“ dedi. Sonra eliyle Dostoyevski’yi işeret ederek “Aramız da söz ustası var, o söylesin,“ deyince, Epikurus’u kırmak istemeyen 51 yaşındaki üstad: “Bazen susarsın, yenilmiş sanırlar seni, eksik ve yaramaz. Unutma, susan bilir ki; konuştuğu zaman kimse kaldıramaz.”

Bu büyük insanları dinledikten sonra “Söz gümüşse sükût altındır“ sözünü çöp kutusuna attım. Çünkü anladım ki, doğulu toplumlarının atasözüdür o. Doğuda, tarih boyunca hep despotizm egemen olmuş ve söz söylemek insanların başına belâ açmakla kalmamış, insanların başlarını de götürmüştür. Giden baş yerine, susan başa değer verilmesi bundandır.Bu konudaki fikrimi onlara anlatmak istiyordum ki; telefonumun çalması ile uyandım. Arkadaşım Zeynel’di. Akşamüzeri kitabın adı üzerinde tartışalım diye anlaşmıştık, ondandı araması. Ben “Kitabın adı ‘Sus’ olsun” dedim. “Güzel bir isim“ dedi, “Ama eksik” diye de ekledi. “Nesi eksik” dediğimde, “Ölmek kelimesi” dedi.

Evet, taş gediğe konulmuş, kitabın adı bulunmuştu: “Susmak Ölmektir!

                      MEKÂN VE ZAMAN

Biz 1970’lerin kuşağıyız, dünyadaki gençlik hareketlerinden dolayı 1968 gençliğinin isyankârlığı Türkiye ve Kürdistan’a biraz geç ulaştı. Bizler 1970’lerin başında uyandık! Çünkü Türkiye kapalı bir kutu gibiydi. 1925’te Genç, Elazığ, Diyarbakır üçgeninde Şeyh Said Önderlikli, Kürtler için hak talep eden hareket, silah zoruyla bastırılmıştı. 1930’larda Zilan vadisinde binlerce Kürt katledilmişti. 1938 de Dersim’de 70 bin kişilik Alevi Kürdün kıyımıyla suskunluk dönemi başlamıştı.

1950 yıllarına kadar tek parti, ülkeyi ceberut yöntemlerle yönetti, Türkiye’de kapalı bir rejim inşa etti. 1950’lerden itibaren çok partili düzene geçiş yapılırken, farklı partiler, farklı fikirler yavaş yavaş filizlenmeye başladı. Elli yıl boyunca adeta  buzluğa konulan toplum için Kemalistler: “Biz sınıfsız, imtiyazsız, tek dili konuşan, tek vatanı, tek dini, tek devleti olan bir toplumuz” dedi.. Zaman geçtikçe, buzluktan çıkan toplum, farklılıklarını keşffeti. Hiçde tek renk değildi. Buzlukta donukken buz rengine bürünmüş olabilirdi, ama buz çağı sona erince, güneş doğunca, havalar sıcak olunca,  renk renk çiçekler açtı, çeşit çeşit otlar bitti. Ağaçlar yaprağa büründü.

Sünniler Sünniliklerini, aleviler aleviliklerini, keşfetti. Hırıstiyan lar, Ezidiler bizde varız dedi. Kürtler Araplar, Ermeniler kıpırdandı.. Toplum sınıfsız değil, sınıflı olduğunu haykırmaya başladı. Böylesi bir canlılık karşısında paniğe kapılan Türk ordusu, toplumu tekrar ürkütmek ve dondurmak için 1960 yılında askeri darbe yaptı.

Bütün çabalarına rağmen kışı geri getiremeyen ordu, 1971 de yeni bir darbe yaptı. Bizim kuşak bu darbeden sonra uyandı. Türkiye gençlik hareketi önderlerinin bir kısmı darağaçlarında can verdi, bir kısmı işkence altında, bir kısmi çatışmalarda öldürüldü.

Kürt aydınları ve Köylüleri 1960 lardan sonra uyanmaya başlamışlardı. Ana dille eğitim istiyorlardı, iş aş, fabrika yol, toprak reformu diyorlardı. Güney Kurdistan’da Molla Mustafa Barzani önderlikli bir Kürt direniş hareketi, Irak Baas rejimine karşı savaşıyordu.
Bizim kuşak önce etraflıca sorunu kavramaya çalıştı. “Kürdistan sömürgedir” dedi. Kürdistan’ın İran, Irak, Suriye ve Türkiye tarafından işgal altında tutulduğunu, bu işgalin kırılması için kurtuluş mücadelesine ihtiyaç olduğunu söyledi. Bu tespitlerin etrafında Türkiye Kürdistan’ın da çok sayıda Kürt gurubu örgütlenmeye başladı. Bu kitap, “Kürdistan devrimcileri’ adıyla şekillenen, daha sonra “Partiya Karkeren Kurdistan” (Kürdistan işçi Partisi) adını alan gurubun içinde ve dışında olanları anlatır.

Bu grubun görüşlerine göre; Kürtler, Mezopotamya’nın en eski halkıdır, kökleri, Med’lere,  Guti’lere, Kasit’lere ve Hurilere kadar gider. Med komutanı Keya, (Keyakser)  M.Ö 612 tarihinde Asur imparatorluğunu yıkarak Med imparatorluğunu kurdu. Uzun süre Persler ile birlikte yaşayan Medler, daha sonraları kendi toprakları üzerinde işgallere uğradılar. Osmanlı imparatorluğu döneminde bir kısmı Osmanlıya bağlı beylikler, bir kısmı da İran Şahlığı egemenliğinde varlıklarını sürdürdüler. 1639 tarihinde Kasr-ı Şirin Antlaşması ile resmen Osmanlılar ile İranlı’lar arasında toprakları bölündü. 1924 Lozan antlaşması ile bir daha bölünen Kürdistan topraklarının bir parçası Suriye’nin,  bir parçası da Irak’ ın egemenliğinde kaldı. Kürtler, kurmaci, zazaki, sorani ve gorani lehçeleriyle konuşuyorlardı. Dünyanın en zengin Petrol ve su yatakları üzerindeki Kürdistan toprakları, bölge ve dünyadaki birçok gücün iştahını çekiyordu. Kürtler, kendi toprakları üzerinde modern köle durumundaydı. Nüfusları kırk milyon kadar olup, devletleri olamayan dünyadaki tek halktı.

Kürdistan devrimcileri grubu, Kürdistan’ın sömürge olduğunu, sömürgeciler ile yerel işbirlikçi güçlerin birlikte çalıştığını, ulusal kurtuluş mücadelesinin bu güçlere karşı verilmesi gerektiğini, illegal bir örgütlenmeye ihtiyaç olduğunu, örgütler yaratılınca, silahlı mücadeleye başvuracağını söylüyordu. Silahlı mücadelenin amacı, kitlelere cesaret vermek, onları derin uykularından uyandırmak, giderek düzenli ordular kurmak, halk savaşıyla bağımsız demokratik ve birleşik Kürdistan devletini kurmaktı.   Örgütün ilk çalışma alanı, üniversite öğrencileri, öğretmenler ve okumuş kesimlerdi. Önce bunlar arasında örgüt faaliyetleri sürdürülecek, okumuşlar belli bir bilince sahip olunca, kadro olarak kabul edilecek ve bu kadrolar kitlelere gidip onları örgütleyeceklerdi.
Mücadele daha bu aşamadayken, Sakine Cansız ve bir grup arkadaşı Elazığ kentinde gözaltına alındı.

 

img2.jpg

Resim: Soldan İkinci Sakine Cansız

SAKİNE CANSIZ KİMDİR?

1959 Yılında Dersim de doğdu. Babası Almanya’da işçi olarak çalışıyordu. İlk, orta öğrenimini ve Liseyi Dersim‘de bitirdi. Devrimci hareketlere ilgi duydu, İstanbul ve İzmir gibi büyük illerde İşçi eylemlerine katıldı. Kürdistan devrimcileri grubu ile Dersim de ilişki kurdu. 1976larda grupta profesyonel olarak çalıştı. Evini ailesini terk ederek Bingöl’e gitti. Burada illegal olarak düzenlenen eğitim çalışmalarında kadınları eğitti. Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır’ın Fis köyünde düzenlenen PKK’ nın birinci kongresine delege olarak katıldı. Kongreden sonra Elazığ bölgesinde sorumluluklar üstlendi, bazı arkadaşlarının yakalanması ve yer göstermesi sonucu yapılan bir operasyonla polis tarafından gözaltına alındı.

                                   TALİMATLA KİTAP YAZMAK

Bizde “Ölünün ardından konuşulmaz“ diye bir söz vardır. Bu söze bağlı kalarak, hapis arkadaşım Sakine Cansız aleyhine bir şey söylemek istemem. Onun kitabını (Hep Kavgaydı Yaşamım) sağken yayınlatmayanlar, o yaşamını yitirince yayınladılar. Bu kitapta yazılanlar hakkında düşüncelerimi ve tanıklıklarımı anlatmak zorundayım. Çünkü tarih ve yaşananlar çarpıtılıyor, şimdiki ve gelecek nesil aldatılıyor. Sakine Cansız’la biz, 1991 yılında Bekaa Vadisi´nde idik. Ben 7 Mart 1992 günü oradan ayrılarak Almanya’ya geldim. Sakine’nin kitabından öğreniyorum ki, kendisi de aynı yıl Öcalan tarafından Güney Kürdistan´a yollanıyor. Burada resmi ideolojinin gardiyanı Ali Haydar Kaytan’ a teslim ediliyor. Dağda tecrite alınan Sakine’ye, “kimse ile görüşmeyeceksin, kendini yazacaksın!” deniliyor. Bu durum Sakine'yi bir nevî tutuklamadır ama tutuklanmasına kibar bir isim bulunuyor: “Edebiyat çalışması yapacaksın!” deniliyor. Bu bölümü Sakine’nin kendi kitabından aktaralım: “Edebiyat Çalışmaları! Bizim bakış açımızı kazandırarak anılarını yazdırmak… Türkü dilinde görmek. Önderliğin talimatlarında yer alan değerlendirmeler parça parça tekrarlanıyor beynimde. Metni okumuş ve üzerinde bu şekilde yoğunlaşmıştım. Yine de F. (Ali Haydar Kaytan) arkadaşla bu konuyu konuşma istemim buruk, neleri tartışacaktık ki? Kısa bir süre önceki platformda anlatamadığım hikâyeyi mi tekrar tartışacaktık? Onu nasıl yazacağımın çerçevesini mi çizecekti? İçimde hiç yazma istemi yoktu ilk başta! Buna rağmen kalktım gittim. Yolda ‘aynı şeyleri tekrarlamasa bari’ dedim ve daha sakin olmaya çalıştım. F. (Ali Haydar Kaytan) arkadaş konuşmaya başlarken zorlandığı belli oluyordu. Masanın üzerindeki kâğıda bir şeyler not alıyordu. Kağıdı karalıyor, çeşitli şekiller yapıyordu. Oysa normalde çok titiz, aldığı notları böyle şekiller çizerek bozmazdı, kirletmezdi kâğıdı. Acaba farklı zeminde olan ve farklı dilden konuşan biriyle –benimle- tartışmak mı zor geliyordu?

Yoksa söylenenlerden, konuşulanlardan gayri söylenecek şey bulamadığından mıydı? Kendisini zorlayarak konuşmaya başlaması beni de etkilemişti. Aslında her ikimiz birbirimizin neler söyleyebileceğini tahmin ediyorduk. Belki de zorlayan buydu. İlginçti! Baştan beri, daha ilk karşılaşmamızdaki on altı yıl sonra yeniden buluşuyorduk, diyaloglarımızda kızan, öfkelenen, nereden kaynaklandığı belli olmayan bir soğukluk, bunların toplamı bir ton vardı ve hala da o tondaydı. Sık sık ‘Sen farklı dilden konuşuyorsun, seni anlamak zor. Yaşadığın zemin ayrı… kendine göresin.’ diyor. Yazmayı bir cezalandırma, bir sınırlandırma olarak alıyorsun dedi. Ve ekledi: ‘tabi eleştirilerde abartı var, ama bunların karşısında sen hep kendini savunmaya alıyorsun. Haksızlığa uğradım psikolojisinden kurtulman gerekir. Yazman bu anlamda iyi olur. Kendini, koşullayan çevreyi, toplum yapımızı, iyi çözümleyerek bir arada yazarsan iyi olur.’ Konuşmaya ilk girişi böyle yapıyor! Tabi ilginç bir değerlendirme. Beni sınırlandırma tavrının olduğu doğruydu. Bu çok açık belirtildi toplantıda. ‘Çok sınırsız dalıp her işe burnunu sokuyorsun, etkin oluyorsun. Kadrolar etkine giriyor. Bu yüzden tedbir olarak sınırladık. Denetimde tuttuk.´ demişti. Ve son tedbir olarak da hiçbir çalışmaya, arkadaş yapısına, bulaşmayacak tarzda konumlandırılmıştım. Bir kenara oturup yazacaktım.”(1)

‘Hep Kavgaydı Yaşamım’ adını taşıyan kitabın yazımını, Ocak 1996´da bitiriyor. Dört yıllık bir tecrit döneminde bu üç ciltlik kitabın yazıldığı anlaşılıyor. Çünkü kitabın sonunda Ocak 1996 tarihi var. Önce kişiyi suçlu konuma düşüreceksin, ardından tecritte alacaksın, eline kalem ve kâğıt vereceksin ve “kendini yaz!” diyeceksin! Kimse benim kadar Sakine’nin o andaki ruh halini anlayamaz! Çünkü ben de 1993 Temmuz´unda, Lübnan’ın Bar Elias kasabasında bir tecritte konuldum, elime kağıt kalem verildi, bana “yaz” denildi. Sakine ile farkımız şu idi: Öcalan, Ali Haydar Kaytan aracılığıyla Sakine’ye ‘kendini yaz’ demiştir. Bana ise, Cemil Bayık ve Rıza Altun aracılığıyla ‘beni yaz’ demişti. Ben yazmamak için konulduğum hapishaneden firar ettim, bütün zincirlerimi kopardım, tam olarak özgürdüm, bu koşullarda “Apo’nun Ayetleri”ni yazdım. Sakine ise esaret koşullarında “Hep Kavgaydı Yaşamım” kitabını yazmıştır. Ben diktatörü cepheden eleştirerek diktatörlüğü izah etmiştim.  Sakine ise diktatörü överek diktatörlüğü çok güzel izah etmişti! Bu kitabın içeriğini ve eleştirisini sizlere sunacağım. Benim yazdığım kitap ile Sakine’nin yazdığı kitabın içeriği ve konuları yaklaşık olarak aynıdır. Kürtler´in başına bela edilen bir diktatörlüğü ben de yazdım, o da yazmış. Benim kitapta, kötülüklerin, zulmün, işkencenin, diktatörlüğün, adaletsizliğin başı Öcalan’dır. Örgütteki diğer kişiler onun piyonudur. Sakine’nin kitabında ise, Öcalan iyidir, önderliktir. Yücedir, dokunulmazdır. Ama örgüt içi ortam kötü, ama örgütteki diğer herkes kul gibidir. Nefes alma ve öksürme özgürlüğü dahi yoktur ve kötülükleri Öcalan dışındakiler yapmıştır.      

Sakine Cansız 12 yıl çeşitli cezaevlerinde yattıktan sonra, 1991 tarihinde Çanakkale Cezaevi´nden tahliye oluyor. İstanbul’da legâl ortamda çalışıyordu. 1991 yılının hemen başlarında, Güney Kürdistan’da yapılan PKK´nin 4. kongresinde Mehmet Cahit Şener, kongrenin divanında yer alan biri olarak, Öcalan’ın PKK içinde kurduğu diktatör sistemi dinamitleyecek eleştiriler ve öneriler ileri sürüyor. (2)

Üstelik bu öneri ve eleştiriler, kongreye katılanların önemli bir kısmı tarafından onaylanıyor. Dış güçlere dayanıp PKK’yi ele geçiren Apo’cu yapının o günkü polisi konumundaki Osman Öcalan, Mehmet Şener’ in 4. kongrede yapmak istediklerini Şam’a rapor edince, Mehmet Şener arkadaşları ile birlikte derhal tutuklandı. Mehmet Şener ile Sakine Cansız arasında duygusal bir bağ vardı ve ikisi Diyarbakır Cezaevi´nde tutuklu iken kendi aralarında nişanlanmışlardı. Mehmet Şener’in tutuklanması ve kongrede yaptığı eleştirilerin Sakine Cansız tarafından duyulması hâlinde, tehlikeli bir durumun yaşanacağını düşünen Öcalan, Sakine Cansız’ın derhal Avrupa’ya ve ardından Bekaa vadisine getirilmesini istiyor.

              SAKİNE İLE ÖCALAN KARŞILAŞMASI


PKK içinde oluşan diktatörlükten habersiz olarak Şam’ a giden Sakine Cansız, Öcalan’ın evinde gördüklerini ve duyduklarını bakın nasıl anlatıyor: “Evin içinde birlikte voltalarken, ‚Pek yıpranmamışsın, genç kalmışsın. Saçlarını da ağartmamışsın, iyi, yaşın genç herhalde’ dedi bana bakarak. Otuz iki yaşındayım ve yolun yarısına, yani otuz beşe üç yıl vardı, çok uzak değildi, ama başkanın genç kalmasına sevinmiştim. Doğruydu, canlıydım ve herhalde daha gençtim, pek yıpranmamıştım. Başkan, ´Ama bizim Cuma, (Cemil Bayık) ağartmış saçları, Fuat, (Ali Haydar Haytan) ağartmış, Abbas (Duran Kalkan) kel olmuş. Bakın ben ağartmadım. Bunun yaşamla direkt ilişkisi var. Ben onlar gibi asla yaşamadım’ diyor, arada gülüyor, çok vakur, gerçekten yaşam dolu bir gülüş. Bembeyaz dişleri görünüyor. Herkesin dikkatlerini çekiyor başkanın dişleri.‘‘ (3 )Öcalan’ı sağlıklı, neşeli, genç bulan Sakine, dişlerinin bembeyaz olduğunu övünerek söylüyor. Ve Öcalan’ın kaldığı evi anlatmaya başlıyor…

Öcalan’nın kaldığı eve gittiği ilk gece, kütüphanede yatıyor ve şöyle yazıyor: “Kütüphaneli odaya yerleşmemi istedi başkan ve gece yatağı arkadaşların elinden alıp kendisi yere koymuştu. Çok duygulanmıştım. ´Kitaplar çok, çözümlemeler var. Partiyi iyi incelemelisin. Yılların büyük savaşımını yürüttük, az şeyler ortaya çıkmadı, neyle bu düzeye geldi, ne emekler harcandı? Bunları iyi bilmek lazım’ demişti. Odanın bir duvarı boydan boya güzel bir manzara ile kaplıydı. Karlı yüksek dağlar vardı. Alt kısımlar yeşil vadilerle kaplıydı. Bakınca dört mevsimi yansıtıyordu insana. Manzara, o güzel doğa, sadece göz doldurmuyor, yüreği de dolduruyordu. Bir anda kendimi ülkenin güzel, görkemli dağlarında hissetim. Salonda da benzer bir manzara vardı. Başkanın kaldığı salon daha büyük, duvardaki resmi izlerken sanki Ağrı’yı, Cudi’yi, Cilo’yu, Hakkâri’nin sarp dağlarını, Munzurları görür gibi oluyordu insan. Demek ki başkan özlemi böylesine güzel kılıyor…!’ (4) Tabii böylesine lüks ve debdebeli bir yerde kral gibi yaşayan Öcalan’ın, neden saçlarının beyazlanmadığını veya beyazlanan saçlarını haftada bir boyadığını, dişlerinin neden bembeyaz parladığını, mağaralarda aç peri şan yaşayan, fırça ve diş macunu bile bulamayan, dökülen dişlerini yapamayan gerillaların saçlarının neden ağardığını ve kel olduklarını bize anlatmıyor Sakine!  Âdeta “beyniniz varsa, onu da siz düşünün“ diyor gibidir. Ve o evin içindeki köleliği bize anlatmak için, daha Şam’a gelmeden, bir arkadaşından dinlediklerini aktarıyor:

“Ali İhsanla bir sohbetimizde akademiyi anlatmıştı.´Çözüm- lemelerde ( Öcalan konuşurken) kimse sağa sola hareket etmez, dimdik dinler. Bazen saatlerce ayakta kalırsın, öksürmezsin. Öksürenler dışarı çıkar. Kalem düşüremezsin. Başkan çok kızar bunlara. Çünkü hem yoğunlaşmasını etkiliyor, konsantrasyonunu bozuyor, dikkat dağıtıyor, hem de kişinin kendisine hâkim olmaması, kendisini kontrolde tutmaması anlamına gelir. Burada kalemini tutamayan, dağda da silahına hâkim olmaz şeklinde değerlendirirdi başkan’ diyordu. Hepsine anlam veriyordum. Ama öksürmek nasıl engellenir? İnsanın iradesi dışında oluyor, o zordu. Hapşırık, öksürük, onların bilimsel açıklaması da var. İnsanı hıçkırık tutar yani. Bu diyaframdaki ani bir basınçla oluyor. Hava kabarcıkları oluşuyor sanırım. Uzun uzun tartışıyoruz. O noktada ikna olamıyorum! İradeyi zorlama olmaz mı? Ya da ters tepkilenmelere yol açmaz mı? diye düşünüyorum! Ama tabii kalem düşürmek, ya da başka bir davranış kontrol edilmeli. Ondaki dikkatsizlik veya hâkimiyetsizlik içyapıdaki yetersizlikten kaynaklanıyor. Çözümlemelerde (Öcalan’ın konuşmaları sırasında) baştan sona kadar dikkatle, öksürüksüz, hapşırıksız kazasız dinleyen öğrencilerinden biri olacaktım. Evet, gerçekten öksürüğe hâkim olunabiliyordu. Nefesini bir an tutuyorsun, solumuyorsun, yutkunarak denge sağlıyorsun ve engelleyebiliyorsun… (5)

Sakine Cansız, Öcalan’ın evinde kalan bayanları gözlemliyor ve dönen komploları fark ederek bize nâifçe şöyle anlatıyor: “Evdeki bayan arkadaşlar ilginçti. Başkan sigara içmiyordu. İçerde sigara içildiğinde kokusu haliyle anlaşılıyordu. Bunu bilerek mi yapıyorlardı, farkında mı değillerdi, anlayamadım ilk başta. Kendim de sigara dumanından rahatsızlık duyardım. Bu yüzden zindanda az tartışmamıştık. Kapalı bir yerde sigara içildiğinde çekilmez olurdu kalınan mekân. Başkan’a ‘sigara içmiyoruz’ diyorlar, ama mutfakta, odalarında içerken çoğu kez başkana yakalanıyorlardı. Yine en ufak bir ses geldiğinde ‘ha başkan’ diyerek paniğe kapılırlardı. Her zaman düzenli olmak, hazır olmak gerekirken onu yapmıyorlardı. Sağa sola yatarlardı, etraf dağınık olurdu, sese dikkat etmezlerdi.

Başkanın sesini duyduklarında ilginç tavırlara girerlerdi. Bu benim zoruma gidiyordu. İçten içe öfkeleniyordum. Başkana saygı, başkanla aynı evde yaşamak her zaman duyarlı, derli toplu olmaktı. Bir yaşam biçimi haline gelmeliydi bazı özellikler. Diğer şeyler bana yapmacık, sahte, yetersiz, yüzeysel, doğallığı, sadeliği, tutarlılığı olmayan bir yaklaşım gibi geliyordu. Birkaç kez bu tip tutarsız şeylere tanık olunca, uyarma gereği duydum. Sonradan gelişmeler, olaylar gelişince, o ortamda bizim yoldaşlar da katkılarını sunmaktan geri kalmamışlardı! Başkan’a, ‘Sara (Sakine Cansız) bize başkanın karşısında neden hazır ola geçiyorsunuz? Normal durun! Korkudan mı yapıyorsunuz? Buna gerek yok dedi’ demişlerdi. Hay Allah, neler oluyordu? Bu ne biçim işti? Yoldaşlıkta bu tür işler olur muydu? Başkası adına yalan konuşulur muydu? vb. sorular kafamı meşgûl ediyor, şaşırtıyor beni. Bir arkadaşın deyimi ile Kürt gerçeğine hoş gelmiştim!...“ (6)

Sakine Cansız bize, evde kalan gencecik bayanların kendisine komplo yaptığını söylüyor ve bunun Kürtlerin geriliğinden kaynaklandığını anlatmaya çalışıyor. Apo’nun komplolar dünyasına hoş geldim, diyemediği için; “Kürt gerçekliğine hoş gelmiştim!“ diyor. Sakine Cansız, Şam’a ulaştıktan iki veya üç gün sonra kütüphanede bulunan bir kitabı okumaya başlayınca, şunları öğreniyor:“ İkinci veya üçüncü gün elimde okuduğum Ocak-Şubat çözümlemelerinde ilginç şeylere rastladım. Diyaloglar bölümünde cezaevinden, Şener’den, Saliha’dan bahsediliyordu. ‘Tek tip elbiseyi o giydirdi. Andı okumuştu. Fehmi Altınokla görüşmüştü. Tüneli kesin Şener ele verdi. Şener haini! Şener Provakatörü! ´Bir yerde de Şener’in kaçışından bahsediliyordu. ‘Cezalandırıldı’ sözcüğüne gözüm ilişti sonra. Hepsi peş peşe, sayfaları açtıkça Şener çıkıyordu karşıma. Kitabı kapatarak sessiz, hiç düşünmeden durdum öylece. Bir an donup kalmıştım. Tekrar açtım kitabı. Aynı sözcükler. Tekrar kapattım. Hani Şener Botandaydı? Merkez Komite´ye seçilmişti? İlk aklıma gelen Başkan’ın bir gün önce yemekteki tepkisi oldu. Peki, ama neden diyorum, gerisini getiremiyorum. Anlaşılıyor, Avrupa’dayken de o kadar bahsetmiştik. Hatta Meral’e (Meral Kıdır, Öcalan’ın o zamanki hafiyesi, S.Ç.) toplu fotoğraflarımızı göstermiştim. Cazaevi şiirleri kitabı vardı. Şiirini okumuştum, sesli kendisine. (*) Yoksa onun için mi benim fazla dolaşmamı istememişlerdi? Bana Şener’le ilgili hiç bir şey söylememelerinin anlamı ne olabilirdi? Daha fazla dayanamayarak, çözümleme (Apo’nun kitabı) elimde, başkanın kaldığı salonun kapısını vurdum,  hafiften:  

-Başkanım girebilir miyim? Bazı şeyler konuşmak istiyorum.
‘Tabi gel. Gel otur Sakine’ dedi Başkan.
Benim elimde çözümleme (Öcalan’ın kitabı), hem şaşkınım, hem moralim bozuk. Garip bir ruh halindeyim.

-Başkanım çözümlemeleri okudum. Bazı şeyler var, tam anlayamadım. Şener’den bahsediyor. Herkes bir şey söylemiş. Bir yerde de. Kesik kesik, ağlamaklı, kızgın bir ses tonuyla söylüyorum, ama tamamlamıyorum…

Başkan, ‘ Haaa Şener mi? Bizde anlam veremedik.

Halâ araştırıyoruz. Bir yıl yanımızdaydı. Bir ara bir şeyler söylemek istiyordu, tir tir titriyordu. Bir türlü söyleyemedi. Korkuyor muydu neydi, anlamadık. Kaçmış KDP´lilerin yanında. Daha tam belli değil, bakalım, anlamaya çalışıyoruz’ dedi.

Peki ama neden bana söylenmedi?

Ben Cemal arkadaşlara (O günkü gerilla komutanı Murat Karayılan) sordum, Botan’dadır dedi. Ali ihsan arkadaş ‘Merkez Komitesi´ne seçilmiş’ diyordu. Telefon görüşmesinde ‘iyidir’ demiştiniz. Nasıl oluyor, anlamıyorum. Kongreye katılmış mıydı? O halde niye bunlar oldu? diyorum, aynı zamanda ağlıyorum.

Başkan, ‘Tuhaf, neden ağlıyorsun?´ diye soruyor.

Ben: Başkanım yıllardır zindandaydık, en yakın arkadaşlık ortamındaydık, beklemiyordum, duyunca etkilendim. Çıktıktan sonra partiye gelmesi hepimizi sevindirmişti. Kendisinin imzasıyla içeriye yazı da gelmişti. O kadar şey duymuştuk. Şimdi de ‘kaçtı’ deniliyor. Bu beni etkiledi, ikna olamıyorum bu söylenenlere. Farklı düşünceleri olabilir, bizde demokrasi var,

(Sakine halâ demokrasinin olduğunu sanıyor! S.Ç) konuşulur tartışılırdı. Tabii ki kaçış, isterse KDP olsun ihanettir ama diyorum.

Başkan öfkeleniyor, ‘Şener’i biz yaratmadık, siz yetiştirdiniz gönderdiniz. Sizin önderinizdi. ’Ben cezaevi önderiyim’ diyordu. Onu neden tanımadınız? Baş belası olsun diye mi gönderdiniz bana? Anası, ta 82´lerde benden hesap soruyordu. ‘Gel kurtar’ diyordu. Şimdi de sen soruyorsun!’ (7)

Sakine Apo’nun bu öfkeli tavrı ve konuşmalarından ürküyor, Şener’den dolayı kendisinin suçlandığını fark ediyor ve ‘Tabii ki kaçış, isterse KDP´yede olsa ihanettir!’ deyip ağlıyor ve kendi odasına gidiyor. Sakine’ye göre partiden ayrılmak, sebebi ne olursa olsun ihanettir.

Ve yine Sakine’ye göre ihanetin cezası da ölümdü. Bunları çok iyi biliyordu. Okuduklarından, yaşadıklarından, tecrübelerinden biliyordu. Kendi partisinde bunun yüzlerce örneği vardı. Ve kurbanların çoğunu, çok yakından tanıyordu. Hiç birinin bir mezarının bile olmadığını biliyordu. Çaresizdir, ne yapacağını düşünüyor, ama bir yol bulamıyordu. Önce Mehmet Şener’ in onda olan hatıralarını yırtıp atıyor, ama parmağındaki yüzüğüne dokunmuyor, ´nasıl olsa bu yüzüğün Mehmet Şener’e ait olduğunu partiden yalınız bir kişi biliyor’ diyordu.

“Odadan çıktım sonra. Sakinleşmiştim konuşmaların etkisiyle, ama buruktum. Bana ayrılan odaya gelip oturdum, bir süre donuk ve hiçbir şey düşünmeden. Sonra çantadan resimler çıkardım yırttım. Şener’e ait şiir parçaları vardı. Onları da yırttım. Ona ait bir şey olsun istemiyordum. Ardından elimdeki yüzüğü çıkardım. Tekrar parmağıma geri taktım. Bir arkadaş dışında ne anlamda taktığımı da kimse bilmiyordu… (8)

                       SAKİNE AŞKINI YIRTIYOR!

Mehmet Şener’ in bazı mektupları da Sakine Cansız’ın çantasındaydı, onları da çıkardı, gözlerindeki yaşlar yanaklarından yuvarlanıp yere dökülüyordu, bulanık görüyordu. Elindeki mektup dört sayfalıktı, Şener’in el yazısıyla yazılmıştı. ‘Kurban olduğum bacım’ başlığını taşıyordu. ‘Kardeşin’ ile bitiyordu. İkisinin örgütünde aşk, yasaktı. Bu yüzden Şener ona ‘bacım,’ oda Şener’e ‘kardeşim’ diye hitap etmişti. Bu mektupta, „Fotoğrafını aldım. Ne kadar iyisin, ne kadar iyisin bir bilsen. Bacım bana fotoğraf göndermiş ve benim kaç zamandır biriken hüznümün önündeki seti yıkmış, doyasıya ağlamışım. Bunun ne demek olduğunu bilir misin? Onun için ne kadar iyi olduğunu biliyor musun?“ demişti. Okuyamadı Sakine, hıçkırıklarını tutmaya çalıştı, gözyaşlarını parmaklarıyla sildi. Mektubun sayfalarını çevirdi. Mektubun bir yerinde, „Azeri ağızlı türküleri dinlemek -hiç yoktan- iyi oluyor. İlkbahar geldi / Durnalar geldi / Bir tek sen gelip cığmadın /  Harda (nerde) kalmışsan / Bozuk plak gibi bu mısraları mırıldanıyorum. Sevgiyi baharda / ayrılığı boranda karda yaşamak / Seni çok özledim, ama çok. Bir tek Allah’ın kulu varmı aranızda benim gibi özleyen? Benim gibi özleme mahkûm olan bu yaşamın bana lütfu olsa gerek. İnsanlara bol bol caka satacağım, söyleyin diyeceğim siz benim gibi ayrılığı yaşadınız mı?’ demişti.“(9)

Okuyamadı, bu mısralarda çakılıp kaldı ve hıçkırarak yırttı mektubu, ardından diğer mektupları tek tek yırttı…

(*) ADINI KOYAMADIM

Kaç kez sessizliğin ayıbı içinde çığlıklarına eşlik etti gözyaşlarım.
Bir cehennem azabı içinde ”bacımsın” dedim. / Yüreğimin zafere giden tüm orduları yenilmişti. / O dem anadan üryandım /
Bir seni kabul ederdim yenilmeyen / belki de yenilmemiştin
belki de benimkiler gibi senin de orduların yenilmişti. /  Ama; ya o isyankâr çığlıklar/ kaç kez isyankâr çığlıklarına öyle utangaç
ve bir o kadar âciz gözyaşlarım eşlik etti. /

Görmedin tabi ve duymadın / İsyankâr olmayan kim duyar?
Kim duyar isyan ateşine su katanı/  kim duyar sevda kavgasında
atını geri sürüp kaçanı / O günleri şimdi daha iyi anlıyorum /
Daha iyi anlıyorum kavganı / Ne kadar oldu bilmiyorum /
Görmediğim günlerden bir daha Karanlığa gömülmede/ Bildiğin kör hücrelerin birinde Turlardaydım seninle / Sigaram da yok
Zebaniler her şeyi aldı benden /  Bu aralar eksinin altında Seyrediyor geceler /  Berbat soğuk feci üşüyorum / Saçlarını üstüme örtsene / Göz yaşlarında boğuluyorum / Ahooo, ne de derin saklamışsın / Sırası mı saklamanın güneşi gözlerinde üşüdüğümü görmez misin /  Dışarda hafif bir yel var galiba /  Bahar çiçekleri burnumda tütüşür /  Sevmedim bir türlü baharı / Baharı bırak kış ayları bir başka / Yine yağıyor mu yağmur, eşliğinde şiddetli rüzgarlar / Kimbilir ”Kim bilir“ lere terkettiğimiz turlar /  Haberiniz olsun Halâ”yanlış anlaşılmalar” da seyreder duygular!

* * *

Sana mektup yazamıyorum / Bana acı veriyor  nedendir / Düşün dükce seni doluyorum / Onları kıskanarak Oysa; paylaşmam gerek Doyunca ağlamalıyım.


Mona Lisa, Mona Lisa / Sana rahmetler olsun esirge kavgayı Leonardo / ne ellerinde, ne fırçanda yok bir kabahat / en güzel tablolar kavganın fırçasında dillenir, kavganın fırçasında dillenmiş bacım.

* * *

 Şimdi nerdesin, nerelerdesin / Bir tel saçınla uzandım sana / Bir tel saçın hatıra bende / Kasvetli gecenin çığlığı bacım
Uzat / Uzat, musalla taşı bileyim dizlerini / Saçlarına bir ak tel daha düşür / bir çığlık at güne karşı benim için/ Alnımda ışısın isyankâr öpüşün / benden söyle baykuşlara selam durmasın bülbüller / söyle seher yeline açılsın göğüsler

* * *

Saçlarına aklar düşmüş havalandırmada turladığımda gördüm/
Kavga nişanı ak tellere takılmıştı kaçak bakışlarım/ sarıl dedim kendime bu anandır, bu bacındır, yavuklundur, yoldaşındır/
Kavga günlerinde güç versin diye bir tel saçını gizliden çaldım/
Bacım seni MAZLUM gibi sevdim / İnan Mazlum gibi hiç kimseyi sevmedim.

* * *

Veronika’yı çağrıştırdı çığlıkların / Geride neyi bırakıp gittiğine bakmadan /  Bir toz bulutun arkasından kaybolarak Koşuştururdu atlarım / Çığlıklarını duydum ağladım / Çığlıklarına doyamadım / Neleri borçluyum çığlıklarına bir bilsen/ Bir bilsen şu anda bende kaç çığlığın saklı/ Çığlıklarında öfken/ Sana birini anlatayım, Veronika’yı, Veronika tanrı bakışlı/ Onsekizinde ya var, ya yok
Belkide yirmisinde bir kalem kaşlı / Veronika partizan yürekli
Eli tüfekli Veronika Neretva’da vuruldu/ Neretva’da vurulmuştum Veronikayla Seyreylerken filmi / O dem, isyan ordularımın atları şaha kalktığı anlardı / Yaşadığım, yalın kılıçlı kavgaydı /

* * *

Oyyy, ben yine ağlıyorum gözlerinle/Nerdesin isyan bacım
Nerdesin şafak gözlüm. / Mehmet Cahit ŞENER

            SIFIR VEYA PADİŞAHIN KARDEŞİ OLMAK

Sakine birkaç gün daha Şam’da Öcalan’ın evinde kalır. Öcalan olan bitenleri anlatmaz, alttan alır. Sakine’ yi başka bir gün salona çağırır: “Başkan hem konuşuyor hem volta atıyordu. ‘Şener benim yanımdaydı, ben de bu adamı anlamak istedim. Çok ilginçti. Bir defasında dersten ağlayarak çıkmış, ben Mazlum’un halefiyim, demişti. (Bu yalandır veya Öcalan’ın kendi uydurmasıdır. S.Ç.) Peki Mazlum’un halefi olmak böyle midir? Bir süre güneye verdik, orayı da bozdu, çalışmadı, kapasitesini kullanmıyordu. Hatta ben, yahu kullansa ikinci adam olur, diyordum.“ (Öcalan sisteminde bir kimse, ikinci adam mertebesine ulaşırsa veya Öcalan onu öyle görürse, artık kurbanlık koyun veya iktidar koltuğuna oturmuş yeni padişahın kardeşi gibidir. S.Ç.) Öcalan Sakine’ ye anlatmaya devam ediyor:

“Biliyorum, sen titizsin. O Elazığ’daki bodrum katını hatırlıyorum, temizdi. Ben böyleyim, en ufak bir toz zerreciği bile rahatsız eder beni’ dedi. Sözü yine Şener’e getirdi, ‘sallapatiydi, ne giyimi, ne duruşu, ne davranışları… Hiçbirinde düzen, disiplin yoktu, dağınıktı, keyfîydi. Alırdı o kızları, saatlerce lak lak konuşurdu köşe bucakta. Ama esas işlerle uğraşmazdı, vermezdi kendisini’ dedi.“ (10 )Öcalan adım adım gidiyordu. “Kızlarla saatlerce lak lak konuşurdu“ sözü ile onu vurmak istiyordu. Sakine 12 yıl cezaevinde kaldığından dolayı, Öcalan’ın PKK içinde yaptıklarını henüz fark etmemiş, anlamamıştı. Oysa Sakine yokken köprülerin altından çok sular akmıştı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Kürdistan Devrimcileri hareketi 1974 yıllarından sonra başladığında birçok devrimciyi tanırdı Sakine.

Ama bugün, o devrimcilerin hiçbirisi neredeyse yoktu. Çoğu Öcalan tarafında öldürülmüş, bir bölümü mücadelede yaşamını yitirmiş, bir bölümü hain olarak damgalanmış, sayıları bir elin parmakları kadar olanlar ise ya sıfır ya da figüran olarak -yaşam denirse- yaşıyorlardı! Mevcut PKK´yı şöyle îzah etmek mümkündü: PKK tek bir kişinin başrol oynadığı, diğer herkesin figüran olduğu bir film gibiydi. Başlangıçta karakter oyuncusu özelliği taşıyan PKK içindeki kişiler, peyderpey ortadan kaldırıldı. 12 Eylül 1980 darbesinden önce /sonra yurt dışın da /yurt için de, karakter oyuncusu özelliğine sahip olan bütün aktörler bir biçimde akarte / katl edildi. Celal Aydın, Çetin Güngör, Resul Altınok, Saime Aşkın, Suphi Karakuş, Enver Ata, Zülfü Gök ve daha yüzlercesi... 1986 kongresi ile sağ kalmayı başaran karakter oyuncuları da kongre kararlarıyla figüran haline getirilince, PKK filmi tek bir karakter oyuncusu ve binlerce figürandan ibaret çekilmeye devam etti.

Ceza evelerinde, Avrupa ve dağlardaki mücadelelerinden dolayı figüran gibi davranmayan, karakter oyuncusu mertebesine kendilerini çıkaranlar açıkça Öcalan’ın hedefi oldular; ya ortadan kaldırıldılar ya da tasfiye edildiler. Şemdin Sakık, Mahsum Kork- maz, Abdullah Ekinci, Şahin Baliç, Mehmet Şener, Selahattin Çelik, Baki Karer, Sarı Baran ve daha binlercesi...(**) Sakine Cansız cezaevindeki direnişinden, sıkıyönetim mahkemelerinde sergilediği tavrından, dışarıdaki Kürt kadınlarıyla geliştirdiği ilişkilerinden dolayı, PKK´de bir karakter oyuncusuydu. Bekaa’ya ulaştığı güne kadar, karakter oyunculuğunun, yaratılan “Apocu PKK' ye“  uymayacağını bilmiyordu. Veya konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, sıfır örneğini vermem gerekiyor. Diktatörlüğün olduğu organizasyonlarda, diktatör 'tek'tir.

Yani bir numaradır. Bu organizasyonlarda iki numaralı, üç numaralı, dört numaralı kişiler yoktur. Olursa, bu bir numara için çok tehlikelidir. Bir numaralı diktatör kendi hayatını ve geleceğini garanti altına almak için organizasyonunda yer alan her kişiyi sıfırlamak zorundadır. Bilirsiniz, sıfırın kendi başına hiç bir değeri yoktur. Bir milyon tane sıfırın değeri, yine sıfırdır. Ama sıfır başka bir rakamla yan yana gelirse, tek sayılı rakamlardan daha değerli olur. Bunu bilen ve hesaplayan diktatörler, sıfırları çoğaltarak, onların önüne geçer ve bir güç olurlar. Organizasyonun içinde iki rakamı çıkarsa, onun arkasına geçen sıfırlar olabilirler ve güç olurlar. Diktatör korkar, harekete geçer, ya ikiyi sıfırlaştırır, ya da yok eder! Sakine Cansız cezaevinden tahliye olup 1991 tarihinde Şam’a gittiğinde, sıfır değildi. Bir rakamdı, ama PKK içinde bunun ne kadar tehlikeli olduğunu henüz bilmiyordu. Üçüncü bir örnek, Osmanlı tarihindendir. Bu, padişahların kendi kardeşlerini katletmesi örneğidir. 1360 yılında tahta geçen Orhan Gazi’nin oğlu 1. Murat, Halil ve İbrahim adlarındaki kardeşlerini öldürtmüş, oğlu Savcı Bey´in gözlerini kızgın demirle kör ettikten sonra, idam ettirmişti. Yıldırım Beyazıt 1. Kosova Savaşından sonra kardeşi Yakup’u boğdurarak, bu geleneği sürdürdü. Fatih Sultan Mehmet döneminde Saltanat için kardeş katli kanunlaştı.“Ve her kim esneye evladından saltanat müyeser ola, karındaşların nizam- ı alem için katletmek münasiptir.“ Fatih Sultan Mehmet bir Moğol geleneği olan‚“her kardeşin saltanat üstündeki hakkı eşittir“ ilkesinden hareket ederek, kim başa geçerse diğerlerini öldürüp iktidarı tek elde tutmuştur. Uzun süre Osmanlı saltanatı içinde devam eden bu kardeş katlinin kurban sayısını belki Çetin Altan bile bilmiyordu. Bütün bu kardeş katliamları ne için oluyordu? Padişah zalim ve diktatördü. Padişahtan memnun olamayan kitleler ve askerler her zaman vardı. Ama Osmanlı geleneklerine göre, tebaadan, askerden, bürokratlardan gelen birisi padişah olamazdı. Padişahlık ancak babadan oğula geçebilirdi. Bir padişah ölünce, en büyük oğul padişah olurdu.

Peki diğer kardeşler? Onlar sorundu, memnuniyetsiz askerler, bürokratlar, halk, her an padişahın kardeşini başlarına geçirip isyan edebilirlerdi. İşte böylesi isyanların olmaması için padişah koltuğuna oturan kişi, kardeşleri ister onu sevsin, sevmesin, bağlı olsun, olmasın, hiçbir gerekçe tanımadan kardeşlerini boğdururdu. PKK sisteminde bu kanun tam olarak uygulanmıştır. Kuruluş aşamasında PKK´ye katılan, liderlik vasfını taşıyan, çeşitli direnişlerde kişilik ve karakter sahibi olan herkes, Öcalan’ın „kardeşi“ gibidir! Süre içinde düşman güçlere dayanarak iktidarı darbe ile ele geçirdikten sonra „kardeşlerini“ teker teker Osmanlı padişahlarının gerekçesiyle katletmiştir.

Kalan birkaç istisna bu kaideyi bozmaz, sağ kalanlar, birincisi sıfırlaştırılmıştır, İkincisi, kardeşlik statüsünden hiçlik statüsüne indirilerek, siyasi olarak hadımlaştırılmışlardır. Sakine Cansız, Şam’a vardığında padişahın erkek kardeşi konumundadır, ama Fatih Sultan Mehmet yasasından halâ habersizdir. Kendisini bekleyen komplo ve tuzakların farkında değildir...

                  KİM DOĞU PERİNÇEK’İN ADAMI?

Öcalan, PKK´nin 4. Kongresindeki gelişmelerle ilgili, Sakine Cansız´la konuşmaz. Onu bir an önce Bekaa Vadisi´ne göndermek ister. Sakine Bekaa’ya gitme hazırlıkları yaparken, Güney Kürdistan’dan Murat Karayılan telsiz aracıyla Öcalan ile konuşur. Sakine bu konuşmalara kulak kesilir. Konuşmada Murat Karayılan, Mehmet Şener’in Doğu Perinçek’in yönettiği 2000’e Doğru dergisine bir açıklama yolladığını bildiriyor, Sakine bunu duyuyor:

“Başkan, Cemal Arkadaş’a (Murat Karayılan) acaba içeriği nasıl? Yazıyı size göndersinler‘ demişti. Cemal arkadaşın ne konuştuğunu tam anlayamıyorum. Başkan, ‘yayınlatmasınlar diyelim’ diyor. Bana ne düşündüğümü soruyor. Başkanım bir çağrı yapılabilir, dergi aracılığıyla. Benim adım da kullanılabilir, bu sahada olduğumu, gelip partiye teslim olmasını, sorunları tartışarak daha farklı şekilde çözmenin gerektiğinin kendisine iletmek gerekiyor. Doğu böyle bir arabuluculuk yapabilir, diyorum. Başkan, ‘Öyle mi? Etkileyebilir misin? Yani dikkate alabilir mi? Oldu söyleyelim Cemal’e’ diyor. (10) Sakine Cansız, Mehmet Şener’in Doğu Perinçek’e açıklama yolladığını duyunca; “İlginçti, hep kritik anlarda, farklı olayların cereyan ettiği süreçlerde Doğu vardı. Çok tasadüfî değildi. Çizgisi, eğilimleri, kimle, neyle, nereyle görüşüyorsa orayı yörüngesine oturtmak istiyordu. Öyle açıktan, öyle rastgele değil, ustaca yapıyordu. Şener’in TKP’si, Şener’in 2000’e Doğru´su vardı, evet ikisi de sahiplik ediyordu. (Pkk, 2000´e Doğru dergisinin ve TKP´nin Mehmet Sener´i desteklediği şeklinde propaganda yapıyordu.  S.Ç) 2000’e Doğru dergisine yazmışsa, bu, harekete karşı açık savaş açması anlamına geliyordu. Başka nedenlerle kaçsaydı, düşmana yansıtmazdı, en azından hareketi kötülemezd. İnanalım mı?“ (11) Sakine Cansız´a göre Mehmet Şener´in 2000’e Doğru dergisine açıklama göndermesi, ihanetle eş değerdir. Sakine, Doğu Perinçek’i kuşkulu, devlet yanlısı olarak değerlendiriyor. Ama kendisinin yanındaki Öcalan, Murat Karayılan’a, Doğu Perinçek’i kastederek, „yazıyı size göndersin“ diyor.

Perinçek ajan ise, Abdullah Öcalan ile birlikte çalışmıyorsa, Öcalan neden Murat Karayılan’a, ‘yazıyı size göndersinler, yayınlat- masınlar diyelim’ diyor? Sakine bunun üzerinde düşünemiyor! Nitekim sonraki gelişmelerden biliyoruz ki; Doğu Perinçek ve ona bağlı legal yayın organları, Mehmet Cahit Şener’in Suriye’den yaptığı yazılı açıklamaların hiçbirisini yayınlamadılar. Ya ne yaptılar? Çok ilginçtir burası! Mehmet Şener’in yaptığı açıklamaları, mektuplarla, fakslarla, Kürdistan’da binlerce yurtseverin adresine yolladılar.

Bununla yurtseverlerin kafasında, “Mehmet Şener kuşkuludur, onun yazılarını Milli İstihbarat Teşkilatı dağıttırıyor” düşüncesini yarattılar! O tarihlerde Doğu Perinçek, Ergenekon ile birlikte çalışıyordu. Öcalan’la kontakları vardı, (Sakine Cansız’ın tanık olduğu, yukarıdaki telsiz konuşmaları gibi, onlarca belge vardır bu konuda)  Ergenekon, Öcalan’ın PKK içinde etkisiz hale gelmesini istemiyordu. Mehmet Şener’in açıklamalarını bu yolla etkisiz hale getirmeyi düşündüler büyük bir ihtimalle Sakine Cansız’ın Öcalan’ın evinde bu kadar kalması yeterdi, artık ona yol görünüyordu: “Başkan, akademide, zindan çıkışlı bir grup arkadaş olduğunu, hatta broşür çalışması (Mehmet Şener ile ilgili bir broşür) yapıldığını söyledi. ´Broşürü okursunuz yönetimle tartışırsınız’ dedi.“ (12) Sakine’ye bunları söylüyor, onu Bekaa vadisi´ndeki gerilla kampına yolluyordu. Ama birkaç gün önce, Mahsun Korkmaz Akademisi yönetiminde görevli olan komutanlara, ( Bunların arasında Aysel Çürükkaya da vardır) “Bu cezaevlerinden tahliye olanlar geliyor, bunlar provokasyonun ortaklarıdır. Sakine ile Selim’e dikkat edin, onlar, şu küçük dağları biz yarattık havasındalar, burunlarını sürtün“ demişti. Daha önce akademide yaklaşık olarak beşyüz kadar gerilla ve gerilla adayı vardı. Öcalan günlerce bunlara “Mehmet Şener ve provokasyonu” hakkında doğru olmayan bilgiler vermişti.

Öcalan’ın anlatımına göre, Mehmet Cahit Şener daha tutuklanmadan 1978 tarihlerinde Batman’da, Temel Cingöz adlı bir yüzbaşı tarafından ajanlaştırılmıştı. Ardından PKK Merkez Komite üyesi yapılmıştı. 1979 Tarihinde tutuklanıp Diyarbakır Cezaevi´ne konulmuştu. 1982´lerden sonra cezaevinde öncü kadrolar, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş ve Ferhat Kurtay yaşamlarını yitirince, Şener, bu önderlik boşluğunu değerlendirmiş ve kendisini cezaevi önderi olarak ilan etmişti. 1984 yılında tek tip elbiseyi, O, tutuklulara giydirmiş, bir de üstelik istiklâl Marşı´nı okumuştu. Cezaevinde kalanları, onunla birlikte direnen herkesi kandırmış, tahliye olunca cezaevinde 35. koğuşta kazılan tünelin yerini devlete o ihbar etmişti.

(Mehmet Şener 1991 yılının kasım ayında Kamışlı kentinde bir evde, iki arkadaşıyla birlikte Öcalan’ın adamları ve Suriye El Muhaberat elamanları tarafından öldürüldükten yıllar sonra, Hanefi Avcı ‘Haliçte Yaşayan Simonlar’ adlı bir kitap yayınladı. Bu kitapta Diyarbakır Cezaevi´nde kazılan tünelin Sinan Caynak adlı bir tutuklu tarafından yer gösterilerek açığa çıkarıldığını uzun uzun anlattı.) (***)

 Yine Öcalan’ın anlatımlarına göre Mehmet Şener, cezaevinden tahliye olunca, gönüllü olarak askere gitmiş, bir numara yaparak, askerden firar etmiş, Bekaa Vadisi´ne gelmiş, burada Öcalan’ı da kandırarak Bekaa ’da beşyüz gerillanın komutanı olmuş, Suriye Kürdistan’ında PKK Merkez Komite üyesi olarak sorumluluk yapmış, Güney Kürdistan’da yapılan PKK 4. Kongresi´nin dîvanında yer almış, bu konumunu kullanarak kongreyi ele geçirmiş ve Öcalan’ı tasfiye etmek istemişti. Ona göre, Öcalan’ı tasfiye etmek, PKK´yı tasfiye etmekti, PKK´nın tasfiyesi ise Kürdistan halkının tarihten silinmesi ile eşdeğerdi. Öcalan Bekaa vadisinde yüzlerce gerilla adayına aynen bunları anlatmış, bu anlatılanlar teyp kasetlerine kaydedilmiş, ardından yazıya çekilmiş, partinin resmi görüşleri olarak tüm birimlere bildirilmişti.

Yine Öcalan’a göre bu büyük komplonun başka ayakları da vardı. Diyarbakır Cezaevinde direnenler, Mehmet Şener ile birlikte hareket ediyorlardı. Turgut Özal tarafından ilan edilen afla, bunların bir kısmı cezaevlerinden tahliye olmuşlardı. Ona göre devlete boyun eğmeyen bu kişiler, kendisinin yarattığı bu ortama kesinlikle boyun eğmezlerdi. Kendisini buna inandırmıştı ve ceza evinde direnen, kişilik sahibi olan, sıfır olmayan herkes, onun korkulu rüyası olmuştu. Planını kafasında kurmuştu, bunu kimselerle paylaşmıyordu! Önce Mehmet Şener’i mahkûm edecek, diğerlerini de onun işbirlikçisi ilan ederek saldırıya geçecekti. Selim Çürükkaya ile Sakine Cansız’ın adını vererek: ”Bu geniş kapsamlı bir komplodur, Şener kongreyi, Sakine legal alanı, Selim basını ele geçirecekti. Ben uyanık davrandım, Şener’i tutuklattım, Sakine’ yi Avrupa´ya çektim, Selim’i fark ettirmeden Yunanistan’a aldırdım. Bakalım bu cezaevindekiler çok tehlikeli, baş dışarıda, gövde içerde mi, yoksa baş içerde gövde dışarıda mı? Hala çözemedim” diyecekti.

                             

 

                                 MEDYA’LAŞAN AYSEL

Bütün bu dolaplardan habersiz Sakine, askeri akademiye geliyor. Yıllarca aynı cezaevinde, aynı koğuşta, hatta ayını yatakta yattığı arkadaşı Aysel’i ve diğer arkadaşlarını göreceği için seviniyordu. Ama Aysel, tanıdığı, bildiği Aysel değildi artık; 'Medya' olmuştu! Sakine onu şöyle anlatıyor: „Aysel Çürükkaya, sarılıyoruz! Aysel’in şehit düşmediğini, Avrupa’da öğrenmiştik. Kodunu Medya koymuş, ama soğuk, fazla sıcak değil. Durgun, hüzünlü gibi, ya da eski acıklı ruh halinde. Bir karekter olmuş herhalde! Hayret, kaç yıldır cezaevinden çıkmıştı, çok canlı olması gerekiyordu! Gözleri, teni, duruşu, bakışları, konuşması, yürüyüşü bile ölü gibi. Ağzından iki kelime çıkmıyor, konuştuğunda da anlaşılmıyor. Sana küfür eder gibi konuşuyor“ (13) Evet, Aysel Çürükkaya aynen Sakine’ nin anlattığı gibiydi. Ama Sakine,  Aysel’ in neden o hale geldiğini, yani nasıl öyle köleye dönüştüğünü bilmiyordu. Veya biliyor, korkusundan anlatamıyor! Altı yıl sonra kendisi Aysel’in o günkü halinden beter hale geleceğini de sanmıyordu! Ben bu öyküyü yazacağım. Aysel'in „Medya“ laşması ve Sakine'nin „Sara“laşması  hikayesini!  Aysel Çürükkaya da Sakine Cansız gibi Dersimlidir. İkisi, aynı dönemde Kürdistan devrimcileri grubu ile ilişkiye (1976´larda) geçmişlerdi. Dersimde profesyonel olarak mücadeleye katılan az sayıda kadından ikisiydi. Sakine 1979 Mayıs ayında Elazığ’da, Aysel 1979 Kasım ayında Mardin- Urfa karayolunda yakalanmıştı. İkisi, korkunç işkenceler görmüş, Sakine Elazığ cezaevine, Aysel Diyarbakır istihkâm cezaevinde tutulmuş. Ardan bir yıl geçince Diyarbakır’ın ünlü zindanında aynı koğuşa konulmuşlardı. Bu zindandaki bütün direnişlerde, kadınlar koğuşuna Aysel ile Sakine önderlik yaptılar. Sayısını bilmediğimiz kadar ölüm orucu ve açlık grevlerine katıldılar. Şubat 1984 ölüm orucunda tam olarak 49 gün yalınız su içerek yaşadılar. İki arkadaşları Orhan Keskin ve Cemal Arat bu ölüm orucunda yaşamlarını yitirdiler.

’’’’